Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan RÜZGAR Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 75
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 45,127

RÜZGAR

Kamp III
Rahmetle Anıyoruz...
Mesajlar
673
Tepkime Puanı
62
Yer
İstanbul
--------------------------------------------------------------------------------


Sevgili arkadaşlar,
2008 Eylül ayı boyunca Adriyatik kıyılarını izleyerek gerçekleştirdiğimiz geziye ait anılarım artık www.DNM-LER.com adlı e-dergide yayınlanmaya başladı.
RÜZGAR'ın GETİRDİKLERİ köşesinden sizlerle buluşacak olan gezi anılarımdan ilki olan Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik' in birinci bölümünü aşağıdaki linkden izleyebilirsiniz.Sonraki bölümler 15 günde bir yayınlanan dergide yer alacak ve sizlere yine buradan duyurulacaktır.
Dergide ayrıca ilgilenebileceğiniz başka güzel yazılara da rastlayacaksınız.
Öykülerimi okumak isteyen arkadaşlar ise ana sayfada yer alan Devamlı Yazarlar bölümünden Hüseyin Pelit'i tıklayarak ulaşabilirler.

http://www.dnm-ler.com/articles.php?id=413

Haydi hep birlikte güzelim Adriyatik kıyılarını dolaşmaya başlayalım dilerseniz,
Sevgilerimle,


HEY ADRİYATİK!..
BAK YİNE BİZ GELDİK…

-Birinci Bölüm -


Yıllar önce gördüğümüz bir rüyayı yeniden görebilecek miyiz acaba?…

Görebilecek miyiz, Yunanistan üzerinden feribot ile Brindisi ye ve yine feribotla Dubrovnik’e geçtikten sonra Avusturya, Almanya üzerinden İtalya ve yeniden feribotla Yunanistan a dönüş rotamızda bin bir kare güzelliklerin adeta belleğimizi doldurup taşırdığı Adriyatik gezimizin altı yıl önce gördüğümüz pembe rüyasını…

Yaz aylarının o deniz kenarındaki koyu gölgeli ağaçların altındaki hamak tembelliğinden kurtulduğumuzu müjdeleyen ilk sarı yaprak kucağımıza düştüğünde haydi diyoruz “Adriyatik bizi bekliyor”…

Motokaravanımız ın triptik, gren card işlemlerini İpsala’da bir çabukta halledip azıcık duty- free geleneğini sürdürüyoruz. Birkaç viski, rakı, likör ile altyapı yatırımlarını takviye ediyoruz ama Toblerone’ ler, After Eight’ ler cıss…

Alexandroupoli her zamanki ilk durağımız. Vakit akşama dönüyor. Eylül güneşinin kızıllığı yerini lacivert bir geceye bırakırken karavanımızı limandaki park alanına çekip hemencecik meydandaki tarihi fenerin çevresine yayılmış, ve de kızlı oğlanlı, kadınlı erkekli güzel giyimli insanların piyasa yaptıkları yol boyunca peş peşe dizilmiş “oyzepi” lerden Ege nin neredeyse gelenekselleşmiş mavi beyaz damalı örtüleri ile göze hoş görünen en baştaki Müloz’a kuruluyoruz. Greek- salad ve bir ufak Ouzo olmaz ise olmazların ilk siparişleri. Sonrasında yasaklar bir bir delinmeye başlıyor. “Hadi bir kalamar alalım ama bu seferlik”… “Gavroslar kızartma ama sadece bu günlük” kandırmacaları arasında bir güzel gece, iki iyi kafa. Maceranın daha başındayız. Önümüzde bir sürü ülke, bir alay yol, yaşanacak bir dolu anı ve de alınacak onlarca kolestrol, şeker bizi bekliyor. Kocaman deniz fenerinin huzmeleri zaman zaman dumanlı kafalarımızın köşelerine saklanmış anıları da aydınlatıyor, sandalyeler tersine dönene, örtüler toparlanana dek, “sarhoş muhabbetimizi” çekiştirip uzatıyor. Derin bir uykunun ardından bir Cumartesi sabahında şehrin hafiften hafiften kaynaşmasına biz de katılıyor, hemen yanı başımızda kurulan pazara dalıyoruz. Konuşulan dil dışında hemen her şey aynı. …”Ni, nı” eklerini almış tanıdık bir sürü meyvelerin, sebzelerin renklendirdiği tezgahları, tepemizde sallanan giyim kuşamlar ile cıncık boncuk tezgahları tamamlıyor. Bizde ihtiyaçlarımızı hiç de yabancılık çekmeden güzelce hallediyoruz. Karavana dönünce alarmımız kapılarımızı açmıyor…”eyvah” diyoruz “dakka bir gol bir”. Sonrasında çarşıya dalıp kumandanın pilini değiştiriyoruz. Ne garip, önceki pil de iki yıl önce Ohrid’de bitmiş ve orada bir saatçıda değiştirmiştik. Bakalım seneye nerede bırakacak bizi bu pil ?

Sıcak bir Eylül öğleninde Fanari ye geliyoruz. Komotini’ye (Gümülcine) 40 km. Xanti’ye (İskeçe) ise 15 km. uzaklıkta eski yol üzerinden sapılarak gidilen Fanari’ye otoyoldan ulaşılacaksa sapaktaki Fanari levhasını kaçırmamak gerekiyor. Yörenin en büyük tatil beldesi olan Fanari de EOT Camping (Belediye Kampingi), plajlar, beach’ler, cafeler ve de restaurant lar yazın oldukça neşeli günler vaat ediyor. Upuzun plajlar bölgesinin sonlarına doğru her zaman durduğumuz ağaçlıklı yeri bulup dalıyoruz. Tente, masa- sandalye açıp güzel bir güne hazırlanıyoruz. Yakınlarda bir de Kantina olacak ama o da okullar açılınca ortalıktan kaybolmuş. Yol boyunca hayalini kurduğumuz içi kızarmış patateslerle, köftelerle dolu dolu “soufuli” leri ne yazık ki yutamıyoruz ve uğradığımız hayal kırıklığının kızgınlığını ancak denizin serinliklerinde dindiriyoruz.

Akşama doğru Kavalanın 60 km. kadar batısında yer alan Asprovalta hedefimiz ama Kavala da meşhur un kurabiyesi ve çay molasını kaçırmak istemeyince beldeye ancak karanlık bastıktan sonra ulaşabiliyoruz. Selanik hinterlandının önemli tatil yerleşimlerinden Asprovalta, Chalkidiki yarım adasının hemen doğu başlangıcında şirin bir belde. Burasını bize yıllar önce tavsiye eden motokaravancı arkadaşımız Faruk’u (nam-ı diğer Av. Faruk’u) her gelişimizde yeniden, yeniden anımsıyoruz. Biz de merkezin hemen bitişiğindeki plajın kenarına yerleşiyoruz. Komşusu olduğumuz bir Çek karavancı aile bize hoş geldin diyor. Biraz geride de Bulgar, Alman, Yunan ve Fransız karavancılar. Masalar sandalyeler açılıyor, içkilerdeki buzlar şıngırdatılıyor, herkes birbirine kendi dilinden şerefe diyor veeee ılık bir sonbahar kaçamağımızın üç günlük bölümü başlıyooor…

Alman ve de Fransız karavanlar olası görüntüler ama AB ye yeni giren Bulgarlar ile bu yıl motokaravanlarını ilk defa gördüğümüz Yunanlılar ile birkaç yıldır karavancılığı hayli gelişen Çekler alışılmışın dışındaki görüntüler aslında. AB den alınan paralar öncelikle ülkelerin alt yapı yatırımlarına gidiyor. Sonra gelir dağılımı düzelip gelirler yaygınlaştıkça o ülke vatandaşları işte böylesine karavan gibi marjinal yatırımlara yönelme sırası buluyor.

Gece Asprovalta da bir merhaba gezisinde geçen yıldan kalan anılar belleklerden çıkarılıp tozları alınıyor ve yenileri ekleniyor. İşte uzun boylu garson Yani, makyajını her dem taze tutan mısırcı kadın, abuk subuk şaibeli şeyler satan Avrupa Birliğinin demokratikleşme anıtları “gündüz fenerleri”, bebek arabalarını iten geçen yazın karnı burnundaları, garson kızlar, garson olmayan kızlar,hep de biten yazın son mutluluk arayışlarının aceleci baygın bakışları ile süzüyorlar çevreyi, geleni, geçeni.

Denize ancak öğleye doğru girebilip güneş alçalmadan önce çıkmak durumundayız. Plajda şampuanlı duş alma ise son Yunanlının plajı terk edip çekildiği zaman ancak. On, onbeş karavancının sırada bekleyenin sabrını taşırmamak için acele ile şampuanlanması gelenekselleşmiş bir nezaket kuralı. Karanlık bastığında ancak yapılabilen “duştan su yürütme” için duş başlığını söküp yerine takılan hortumdan tüm karavanların depolarını doldurmak ise elbirliği ile yapılan zararsız bir toplu kaçakçılık ! Asprovalta da yanık tenlerimizi tazeledikten sonra artık daha kuzeylere çıkabiliriz. Tatilinin oraya ait bölümünü tamamlayan karavancının vedalaşarak ayrıldığı yer hemencecik yeni gelenle dolduruluyor, yeni dostluklar kuruluyor. Karavancılığın” hello-goodby” kaderinden kaçılamıyor ne yazık ki. Aslında her ayrılış burukluğunun sonunda bir yeni tanışmanın gizemli heyecanı değimlidir ki karavancılığın bütün bu zahmetlerini zevk haline dönüştüren. Michelin lastiklerinin reklamı gibi, üzgün bakışlarla uğurlama, gülümseyerek karşılama…

Selanik’ in içine girmeden kuzeyinden ayrılan yol iki koldan Makedonya ya giriyor. Üsküp, Belgrad tarflarına gidecekler Evzoni kapısına, Ohrid’den Arnavutluk yönüne gidecekler Edessa-Florina kapısına yöneliyorlar. Biz rotamız doğrultusunda Florina tarafına yöneliyoruz. Altmış km. kadar sonra önümüze çıkan şehir yüz metre dolayında bir varyantı çıktıktan sonra ulaşılan güzel bir sınır beldesi. Çıkışta bir çeşme başında durak yapıp güzel olduğunu öğrendiğimiz dağ suyundan karavanımıza su takviyesi yapıyoruz. Bilemediğimiz konaklama koşulları için su her zaman için gerekli. İçmek için de, duş için de. Çeşme başı molamızda içlerinden biri rahatsızlanıp kendilerini arabadan dışarı atmış Yunanlı bir aileye Selma ilk müdahaleyi yapıyor. Şip şak yaşlı adamın tansiyonu ölçülüyor, teşhis konuluyor, ilaç kutumuzdan gerekli ilaç verilip tedavisi yapılıyor. İsterlerse yataklı tedavi de yapabileceğimizi, örneğin gidecekleri yere kadar adamcağızı hemşire eşliğinde karavanımız ile götürebileceğimizi söylüyoruz !. Teşekkürün bini bir para. Biz Çanakkale de yaralı düşman askerlerine su vermiş, sırtında taşımış bir milletin ahfadıyız icabında, evelallah !...

Rotamız Adriyatik kıyıları. Öğle vakti Makedonya ya giriyoruz. Selma elinde evrak çantamız ile alışkın hareketlerle bir çabukta işlemleri tamamlıyor. Eli ağır olan memurlar fırçasını yiyor !. Buradan sonra taa Slovenya ya kadar vize istenmiyor. Eh ne de olsa atlarımızın nallarından saçılan çamurlar henüz tam kurumamış…

Bitola (Manastır) sınırın 20 km. kadar içerisinde . Gazi Paşa’nın askerî idadî yi okuduğu bu şehrin Osmanlı kalıntılarının yaşatılan anıları camiler, medreseler, hamamlar iyi korunuyor ama yollara,etrafa bakarsak belediyenin iyi çalıştığı söylenemez. Nedense buraların halkı çöplerle pek bir barışık. Neyse. Daha önce de ziyaret ettiğimiz Manastır’ı küçük bir turdan sonra Ohrid yönüne doğru terk ediyoruz. Bir Pazar gününün kalabalığında Ohrid yolu yörenin göl ve eğlence yeri olması bakımından hayli kalabalık. Yol dar ve zemin pek iyi değilse de 60 lar da 70 ler de yıllarca bu koşullarda çok direksiyon salladığımızı anımsıyoruz. Ohrid’e girince gölün güney yakasını izleyen yoldan yazlıkların, kampların arasından geçip daha önce de kaldığımız büyük kampinge giriyoruz ve yerleştikten sonra doğru göle. Henüz ılık sular bütün yorgunluğumuzu bir anda alıyor. Yavaş yavaş çekilen Pazar kalabalığının uğultusu yerini ağustos böceklerinin gecikmiş cayırtılarına bırakıyor. Sonra onlarda susuyor ve bir kadeh buzlu rakı ile ertesi günün serüvencilik hayallerine dalıyoruz.

Ohrid’den litresi 67 Dinar dan doldurduğumuz diesel in karşılığı €1.10. Yunanistandan ise € 1.20 ye almıştık dieseli. Pek fazla fark yok. Ohrid in bu defa kuzey kıyısını dolaşan yol, köylerin arasından geçerek Struga da Arnavutluk sınırına getiriyor sizi. Gümrükte karavanın triptiğine değil ruhsatına bakıyorlar. Ayrıca seyahat sigortası da yaptırmamız isteniyor. 65 yaş altı € 3.20, üstü €6.20. Ayrıca ayak bastı olarak adam başı € 1 ödeniyor. Gümrükte rastladığımız bir Türk asıllı Ohrid li bize çok ayrıntılı olarak rotamız üzerindeki kritik noktaları not ettiriyor. Arnavutluk’a biraz gergin giriyoruz aslında . Bu güne kadar epeyce insanı tedirgin eden olaylar duymuş, hikayeler dinlemiştik. Hatta yola çıkmadan önce ayrıca bir aylık ekstra yurt dışı kasko da yaptırmıştık karavana ne olur ne olmaz diye, 125 ytl kadar tutuyordu ama önümüzde riskli bir de İtalya var malumunuz . Değer doğrusu diye düşünüyorduk.

Gümrükten hemen sonra önümüze gelen bir varyanttan döne döne Arnavutluğa giriyoruz. Ama o ne… Avrupa nın en güzel yerlerinden birinde, Adriyatik in boylu boyunca uzandığı cennet topraklarda gördüğümüz manzaralar bize bir genellemeyi çağrıştırıyor.

Neydi…hatırlayabildinizmi…Hani şu fakirliğin, derbederliğin, sorumsuzluğun toplumların kaderi sayılan şeyi…



RÜZGAR Hüseyin
 

Etiketler
Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sayın Pelit; hem yolculuk anılarınızı okudum hem de sayenizde yeni bir dergi ile tanıştım.Teşekkürler. Biz de aslında yolculuğumuzu Arnavutluk ve Hırvatistan üzerinden yapmayı çok düşünmüştük ama özellikle Arnavutluk hakkında yeterince bilgi sahibi olamadığım için cesaret edememiştim. Tekrar teşekkürler.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Ben de aynı endişeleri taşıdığım için Arnavutluk tan transit geçmeyi yeğlemiştim ,ama aynı endişeyi daha fazla güney İtalya da yaşıyorum maalesef.
Geçen gün Andon bey'in de ( yanılmıyorsam sizin karavan ın ilk sahibidir kendileri) gurupta olduğu bir toplantımızda sizin gezi anılarınızı beğendiğimizi konuşmuştuk.
Lütfen hem gezmeye ,hem yazmaya devam edin.
Nedense karavancılığın teknolojisi sayfalarca tartışılır da asıl amacı olan gezi yanı hep de geri plan da kalır.....gezmeyi mi bilmeyiz,yazmayı mı anlaşılmaz bir türlü...
Bu sayfalarda yeniden buluşabilmek umudu ile hoşça kalın,
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Geçen seneki gezimizde Karadağ'dan sonra Arnavutluğa geçmiştik. Aranavutluk bize daha benzer geldi. Kendimizi daha rahat hissetmiştik. Daha önce ben de Arnavutluğu hiç bilmiyordum. Tiran ile Elbasan arasında uygun bir yerde biz konaklamıştık. Zaman darlığından transit olarak geçtik ama gezmeye değer bir yer olduğunu düşünüyoruz.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

İltifat kabul ediyor ve teşekkür ediyorum.
Sorunuza gelince; belki her ikisi birden...
Gezmek benim için bir arayıştır mesela...Ne aradığımı bilmem ve tarif etmem gerekmiyor. Gördüklerimin,yaşadıklarımın, benim farkındalık halimi yükselterek daha bir "olgun insana" dönüştürmesi gibi bir çabam olduğunu biliyorum, o kadar. Bu da yetiyor.
Yazmak ile ilgili olarak...
Yeterince heyecan duymamayı, farklılıklar üzerinde kafa yormamayı, özellikle nedenleri üzerinde düşünmeme tembelliğini ve belki daha pek çok noktayı da ekleyebiliriz gibi geliyor.
Sanıyorum yazan insanların, az ya da çok, kalabalık içinde düşünsel ve duygusal yalnızlık gibi derinden bir sorunları vardır ve birinci olarak kendilerini kendileriyle paylaşmak, kendilerine ayna tutmak isterler. Bu belki tam da bilinçli bir dışavurum değildir.
İkinci olarak farkında olduklarının başkaları tarafından da fark edilmesini isterler ki
yalnızlık duyguları kısmen de olsa giderilsin.
Yazılanlar okuyucu tarafından benimsensin ya da benimsenmesin, yazıdan önce yaşananların bilinçte bir farkındalık hali olarak birikmesi ve bir yerde taşma noktasına gelmiş olması gerekir diye düşünüyorum ki, bu engellenemez bir dürtü oluşturur ve yazı ortaya çıkar.
Kimbilir...
Kimbilir daha sayfalar dolusu neler yazılabilir sizin sorunuz üzerine.
Tekrar teşekkürler.
 



Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sevgili karavancılar,
Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik adlı sürekli gezi anılarının ikinci bölümü de DNM-LER adlı e-derginin 17. sayısında yayınlandı.

HEY ADRİYATİK!.. BAK YİNE BİZ GELDİK

Hüseyin Pelit
Bölüm 2.

ARNAVUTLUK - MONTENEGRO GEÇİŞİNDEN İZLENİMLER



Arnavutluğa girince ve de etrafa şöööyle bir bakınca ülkeye neyin hâkim olduğuna hemen karar verebiliyorsun. Sanırsın Hindistan’ın Balkanlar-Avrupa versiyonu. Her yer, her şey dökülüyor. Enver hoca zamanında içine kapanık yaşayan Arnavutluk bu haliyle nasıl kalkınacak bilinmez. Para yok pul yok. Gelme olasılığı da yok. Avrupa birliği bu ülkeyi almayı da hiç düşünmüyor. Makedonya ve Sırbistan da şimdilik bu seriye dahil. Tabii bir de biz. Kısmen de olsa ortak paydamızın ne olduğu malûm !...

Ana yol bir gidiş bir geliş, ortada devamlı çizgi, sollamak yok. Bir hurda taşıyan kamyonun peşinde taa Elbasan’a kadar tam 65 km. gidiyorum. Kasasından devamlı metal parçaları dökülüyor önüme, tam çıldırmak üzere iken Elbasan çıkışında yol iki şerit e çıkıyor ve biraz daha düzeliyor. Yol biraz genişliyor veeee… Bastır Rüzgar…

Elbasan orta ölçekte bir şehir. Oldukça kalabalık. Yolda bir adamdan kavun alalım derken plakayı tanıyan kavuncudan kendisinin de Müslüman olduğunu kanıtlayan bir alay dua dinliyoruz. Sonra %99’u Müslüman olan ülkenin TR’li plakasına bakarak “nerede senin tespihin” diyor. Haydaaa ! Tesadüfen yanımda bulunan tespihi gösteriyorum ve de anında kaptırıyorum güzelim oltu taşı tespihimi elin Arnavut’ una. O da bana kötü plastik tespihini veriyor karşılık olarak. Neyse helali hoş olsun . Ne de olsa “Böyyük Türkiye” vatandaşıyız !. Eh o zaman da “durmak yok yola devam”...

Perin, Ragozine, Dures üzerinden Tiran a uğramadan onların Shkoder dedikleri İşkodra Sancağımıza varıyoruz. Yol sorduğumuz bir görevli şehrin ortasından akan Drin nehrinin üzerindeki tahta köprüden geçebileceğimizi söylüyor. Gıcırtılar ve korkular içinde geçiyoruz köprüyü. Başka bir yerde olsa üç küsur tonluk bir araç ile böyle bir köprüden hayatta geçmem ama burada geçiliyor ister istemez. Karşı kıyıdan beş km. kadar sonra Arnavut’dan çıkıp Grna Gora gümrüğüne giriyoruz. Hava sıcak. İki Alman bisikletli görüyoruz, ülkelerine dönmeye çalışan . Karavandan otuz iki dişe keman çaldıran cinsinden soğuk su veriyoruz yorgun gençlere. Cidden ama cidden çok teşekkür ediyorlar. Sonra kolaylıkla geçiyoruz işlemlerden. Vallahi ne yalan söyleyeyim buralarda dolaşırken AB gümrüklerinde girdiğimiz “other” kuyruklarının acısını çıkartıyoruz, ama ne kadar çıkabiliyorsa artık...

Dar bir yoldan Bar taraflarına gidiyoruz, daha doğrusu gittiğimizi tahmin ediyoruz. İki tarafı ağaçlıklı yolun görüşü kapattığı yeşil koridorların üzerinde işaret levhaları falan hak getire. Gözümüzün önüne Humpery Bogart ın African Queen filmindeki, labirent gibi su yollarından gidilip şansına istedikleri yere vardıkları sahneler geliyor. Buralardan karanlıkta geçmenin pek de kolay olamayacağını düşünüyoruz. Sonraları aşağılarda Bar göründüğünde başarılı bir eda ile Bogart gibi pis pis sırıtırken Selma sevinip boynuma sarılıyor. Vakit akşama doğru. Bar da bir kenarda durup biraz şehri gezmek sonra da yatıp sabahleyin yola devam etmek bir seçenek ama biz bu seçeneği Arnavutluğun henüz üzerimizden atamadığımız etkisi ile sanraki bir zamana bırakıp Budva ve belki de daha ilerlilere gidebileceğimizi düşünüyoruz. Zaman zaman bazı yerleri atlayarak geçmek de kendi kendimize bulduğumuz bir gezme yöntemi aslında. Bir seferde her şeyi göreyim dersen bir daha gelmek için bahane kalmıyor. Bar’da deniz seviyesine inen yol kıyı şeridi boyunca sıralanan yazlık beldeler boyunca Budva tarfına doğru kıvrılarak gidiyor. Çamlar altında bir sürü plaj restaurant Adriyatik’in güzel ama dağların dibindeki bu daracık kıyı şeridini hareketlendiriyor. Budva ya girdiğimizde, bu mevsimde tahmin edemediğimiz bir turist yoğunluğunun içinde kalıyoruz. Kıyıdaki bir çok iyi görünümlü oteller adeta duvar gibi kapatmışdenizi. Birkaç karavanın otoparklarda konakladığını görüyoruz. Selma “kalalım” diyor. Ne kadar doğru düşündüğünü döndükten sonra izlediğimiz bir TV programından anlıyoruz. Güneş batmaya yakın Gotovina yakınında kıyıda bulabildiğimiz bir Sobe- Autocamp a giriyoruz. Karavanı takozladıktan ve de elektriği bağladıktan sonra dooğru denize. Ben dalarken üzerimden sıyrılan Arnavutluğun tozu pası suyun yüzünde öylesine oynaşıyor.

Saç depodan yapılmış doğal ısıtmalı! garip bir duşta şampuanlandıktan sonra gelsin buzlu viskiler, çıtır çıtır şamfıstıkları. Yemek yenecek bir yerler arıyoruz yakınlarda ama Eylül de her yer bizdeki gibi. Bazen var bazen yok lar zamanı. Motosikletimizi almayışımızın acısını ara sıra çekiyoruz. Bu gece de onlardan biri. Sonrasında güzel bir akşam yemeği hayalimiz karavan da kepekli makarnaya talim ederek oldukça sağlıklı bir biçimde geçiştiriliyor ne yazık ki. Beyaz bir spagetti olsa idi bari. Ahh kafa kağıdımız ahh !. Burada deniz içeriye doğru derin bir koy yapıyor. İskele kampın hemen yakınında. Bir polis çeviriyor bizi. Ehliyet ruhsat…”Eee ne iş sabah sabah” diyorum, “burası Montenegro” diyor “farlarınız devamlı” yanacak…Hay k.çımın kenarı diyorum içimden, altı üstü elli kilometrelik memleket Montenegro dediğin…Açıyoruz farları naaparsın… Araçlar(€ 8.50) on dakika süren bir feribot yolculuğu ile karşıya geçiyorlar.

Güneşin ilk ışıklarında Adriyatik bir başka güzel. Uyanan güzelin gözlerindeki buğulu bakışlar gibi, çekici, davetkar.

Kısa bir yolculuktan sonra Hırvatistan gümrüğüne geliyoruz. Giriş yapıp, Change Office den biraz Kuna alıyoruz. 1€= 70 Kuna. Burada Euro geçmiyor. Daha önceden deneyimimiz var. Gümrükten çıkışta uyarı levhasına dikkatle bakıyorum artık. Kaç la gidilecekmiş, farlar yanacakmıymış falan.. Dubrovnik e kadar dar yeşillikler içinden ilerliyoruz. Yol üzeri bir marketten ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Kart geçiyor. Hava alanını geçtikten sonra Dubrovnik’in Cavtat gibi yakın yazlık beldeleri başlıyor yavaş yavaş. Yıllar önce kaldığımız kampingi görebiliyoruz uzaktan. Anılarımız canlanıyor yeniden. Denize girdiğimiz ağaçlıklı plaj, motosikletle şehre inişimiz, buz gibi Karlovackaları çekip gecenin bir saatinde karanlıklarda dönüşümüz, bir türlü bitmeyen, inişli çıkışlı yol gözlerimizin önünde oynaşıyor bir zaman.

Sonra Dubrovnik’e giriyoruz. Niyetimiz bir kısa anımsama turunun ardından daha kuzeye, tenhalara doğru gitmek… Şehir her zamanki gibi turist kaynıyor. Kale kapısının önünde ellerinde flamaları ile Atom bombasını yedikten sonra ! dünyanın her yerine çil yavrusu gibi dağılan Japon ların yanı sıra bir çok millet den yaşlısı, genci. Ellerde fotoğraf makineleri ile pet şişeler olmazsa olmazlardan. Gezin bakalım, çıkın burçlara, verin arkanızı masmavi Adriyatik’ e, gülümseyin vee şırrak. İşte anılar, işte gelecek nesillere “ben de ordaydım” ın yadsınamaz kanıtları.

İç savaşda oldukça hasar gören şehir UNESCO’ nun da desteği ile önemli ölçüde restorasyon görerek 2005 yılında eski haline getirilmiş. Artık kalenin yüksek duvarlarının üzerinde tam bir tur atmak bile olası. Dubrovnik’ in kuzey bölümünde güzel bir de marinası var. Şehrin daracık sokaklarla, eski yapılarla dolu sırt sırta mahalleleri tam bir Dalmaçya evleri sergisi adeta. Adriyatik in bu güzel incisini terk ederek kuzeye doğru çıkarken şehrin hemen bitimindeki asma köprüden geçiyorsunuz. Köprünün modern mimarisinin geride bıraktığımız klasik Dalmaçya mimarisine uyumlu olmadığını söyleyebiliriz. Belki daha klasik bir mimarî uygun olurdu diye düşünmemek elde değil.

Bir Butik Kamp Mutluluğu,
Adriyatik gezimizin ikincisini, çok istememize rağmen ancak altı yıl sonra gerçekleştirebildiğimiz güzel bir Eylül sabahında, Dubrovnik deki kısa “anımsamalar” turumuzun ardından kuzeye doğru çıkıyoruz.
Ardımızda asma köprüyü bırakıp daracık , neredeyse kayalara sürtünürcesine kıvrılan yolda Zadar yönüne doğru yavaş yavaş ilerliyoruz. Solumuzda uzanan Adriyatik’in kıvrım kıvrım masmavi koyları, zeytin ağaçlarının yeşililiği arasından adeta birer cennet köşeleri gibi dinlendirici , davetkâr.
Bir süre sonra önümüze çıkan Slavo ‘ ya ani bir karar ile dalıyoruz. Çok değil Dubrovnik’ten sadece 30 km. çıkmışız. Ama bu davetkâr güzellik sonraki yüzlerce kilometrenin plânını programını bir çırpıda bozuyor. Karar vermek için birkaç saniye yetiyor bize. (Yalnız gezmenin avantajının burada da işe yaradığını sonradan anlıyoruz) Küçük küçük kubbelerin bir büyük kubbe etrafında toplandığı tipik Ortodoks kiliselerinin büyüklüğü kentin büyüklüğünü de dışa vuruyor adeta … Slavo’nun ki ise, büyükçe.. Dik bir yokuştan kentin merkezine inen yol bir meydana açılıyor. Buradan kıyı boyunca güneye ve kuzeye doğru giden yollardan güney ‘ ini tercih ediyoruz. Denizin hemen dibinden giden bir arabalık incecik köy yolu salkım söğütlerin arasından kıvrılarak yalıların önünden bilinmeyen bir güzelliğin içine doğru uzanıyor.
Güneşten solmuş tabelalar da birkaç Autocamp adı okunuyor. Yer yer ağaçların altında bir karavanlık kadar konaklanacak küçük alanlar olsa da biz bir kamping arayışı içinde bakınarak ilerliyoruz. Önünden geçtiğimiz bir bahçenin içinden biri fırlıyor önümüze. Güler yüzü ile önce plâkaya sonra da bize bakıyor. İngilizce soruyorum, cevaplıyor Bir şeyler söylüyorum (low season, €10). Okey diyor.
Girdiğimiz bahçenin Autocamp Bambo olduğunu soluk tabelasından anlıyoruz. Bahçe irisi kampta Alman, Avusturyalı, İtalyan ların yanına TR plakamız ile dördüncü ünite olarak biz de yerleşiyoruz. Bir yer de henüz boş. Topu topu beş karavanlık bir “ butik “ kampingde olduğumuzu anlayınca çok seviniyoruz. Arka yamaçlarda birkaç çadırlık küçük düzlüklerde sadece bir Hırvat çadır var.
Takoz, kablo, tente üçlemesinin ardından mayolarımızı bir aceleyle giyip kısacık Montenegro dalışını saymazsam ,Yunanistan ın Aspravolta’sında bırakıp yüzlerce kilometre hasretini çektiğimiz mavi sulara yeniden kavuşuyoruz. Selma hayatında benim bu kadar uzun yüzdüğümü, bir türlü sudan çıkmak istemeyişimi ilk defa görüyor.Yüzüme bakıyor hayretle. Ben de kendime bakıyorum hayretle …

Dalmaçya’ nın tipik, basamaklı, birbirinin üzerine binmiş küçücük odaları ile insanda yaşam sevinci yaratan taş evlerinin duvarlarından sarkan morumsu begonviller, denizin derinliklerinde bile tek tek sayılabilen taşların ışıltısı geçmişin sakin, kara paranın henüz kirletmediği 70’lerin Bodrum günlerini anımsatıyor. Ne zaman ve nerede olduğumu unutturuyor, sadeliğin, tenhalığın mutlu günlerine çekip götürüyor beni…
Bir yalnızlık bir, sessizlik, bir durağanlık içinde öylesine geçen mutlu bir zaman dilimi…Buralara kadar gelebilmemin tüm yorgunluğunu çekip çıkarıyor içimden. İncir ağaçlarından yayılan nefis kokular, asmalardan neredeyse başımıza değercesine sarkan koca koca üzüm salkımları, iğdeler, bu sakin tablodaki görüntüyü zenginleştiriyorlardı.
Akşamın ağır ağır kızıldan laciverte dönüşen loşluğunda karavanların önlerindeki sarımtırak ışıkların aydınlattığı insanların birer kadeh eşliğinde bu güzelliklerden birer parça kopartmaya çalıştıklarını gözlemek, sonra doğanın içinden gelen bu mutluluğun bir parçası olmanın sevinci ile şööyle geriye doğru yaslanmak, geçmişi anımsamak, geleceğe dair hayaller kurmak,rahatlamak. Ooh bee.
kampla Slavo arası iki km. kadar. Yürüyerek gidilebilir ama biz geceyi yaşamak, dinlenmek için kampta kalmayı tercih ediyoruz. Biraz da yorgunuz açıkçası. Yunanistan’dan beri Makedonya sı, Arnavutluğu, Montenegrosu, Hırvatistanı derken girişiyle, çıkışıyla pasaportlar bile karıştırılmaktan yorgun düşüyor…
Bu güzel ve tertemiz kampın birer gözlü, bulaşık yıkama, çamaşır yıkama lavaboları ile çamaşır makinesi, ütüsü nün yanısıra “chemical toilet” boşaltma yerinin acemi biri tarafından lavabo niyetine kullanılma tehlikesi olsa da son derece hijyenik görünümü kampçılar için moral kaynağı. Az sayıda ama düzenli ve hijyenik sosyal ünitelerin ülkemizde de yaygın olmasını, çok personelli büyük kampingler kurma hayallerinin yanı sıra ev pansiyonculuğunun teşvik edilmesine benzer yöntemlerle “butik kamping” modelinin bahçesi uygun olan ev sahiplerine önerilmesini, onlara birer gözlü duş- tuvalet üniteleri ile pek ala para kazanabileceklerini anlatmanın uygun olacağını düşünüyoruz. Yıllar önce Hırvatistan da bir çok 1000, 2000 üniteli kampingler görmüş ancak bu tarz tatil yapmanın fazla endüstriyel olduğunu, insanın kampın hara güresi içinde dağılıp gittiğini düşündüğümüzü anımsıyoruz.
At tavlası gibi göz göz duşların, tuvaletlerin, Anadolu’daki çeşme başı yalaklarına benzer upuzun bulaşık yıkama yerlerinin, şehir yaşantısını anımsatan marketlerin artık bir şey dememeye başladığını konuşuyoruz epeydir. Bir zamanlardan beri tatil ve dinlenme için “azlık”, “tenhalık” aradığımızı ama bu özlemimizin büyük kampinglerdeki düşük sezon tenhalıklarında değil fakat küçük butik kampinglerin küçüklüğü ve şirinliği ile giderebileceğimizi düşünüyoruz...

Butik kampımızda yaşadığımız “butik mutluluğa” yolculuk programımızın ağırlığı nedeni ile istemeyerek son veriyoruz. Ertesi günün öğleye kadar sürdürmeye çalıştığımız güzel saatlerimizin ne yazık ki sonu geliyor ve Slavo’dan yukarı doğru ana yola çıkıp sola sinyal verdikten sonra yine bir büyük maceranın bilinmeyen heyecanı ile daracık Adriyatik yollarında İtalya, Avusturya, Almanya rotasına doğru uzayıp giderken aramızda bu iki kamping türünün insan doğası üzerindeki etkilerini tartışıyor, bir yandan da kıvrım kıvrım yeşilimsi mavi koyların güzelliklerini atlamadan her birine bir daha, bir daha bakmaya çabalıyoruz...

RÜZGAR Hüseyin

2.Bölümün sonu

Onbeş gün sonra 3. bölümde yeniden buluşmak üzere mutlu günler dilerim.

--yazınızın tam metni buraya alıntı yapılmıştır, güzel anlatımınız için teşekkür ederiz..
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sayın Rüzgar,
Ferhat Bey'le sizin gezileriniz kitap tadında okunuyor , insanın hemen gidesi geliyor.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

sevgılı ruzgar.
gıttınız gordunuz, gozlerınıze saglık
gezdınız yoruldunuz(zevklı yorgunluk) , ayaklarınıza saglık
sonrada bıze anlattınız, agzınıza saglık .
uzun zamandır okumadıgım ask romanlarından aldıgım haz benserı bır hazduyurduyurdugunuz ıcın cok tesekkur ederım
soz verdınız devamını beklıyecegım
(ne mutlu sızekı kı aynı sevklerı paylasabıldıgınız bır esınız var (buyukınsan) kendılerıne hurmetlerımı sunarım
saglıklar dılerım. mehmet baydemır.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Teşekkürler "bartek" teşekkürler "orbay 74". Yorumlarınızla güç verdiniz.
Gerçekten de gaza basınca gidiyorsun, bakınca görüyorsun, ama dönüp de masa başına oturunca, eline kalemi, klavyeyi alınca işler değişiyor inanın.
Gezdiğiniz yerlerin ilginç gelebileceğini düşündüğünüz yanlarını fotoğraf desteği olmaksızın okuyucuya birebir aktarabilmek, , evrendeki bütün olup bitenleri pozitif bir göz ile algılayabilmek sonra da bütün bunları ilk okul çocuklarının kompozisyon ödevlerine benzetmeden akıcı bir kurguda ve okuyanların konuya katılımını özendirici bir biçimde verebilmek sanırım işin zor yanları.
Ne kadar becerebiliyorsam artık...
Okuma zahmetine katlananlara teşekkürler,

RÜZGAR
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sayın Ruzgar,
Bundan 6 ay once karavan ve karavancilik hakkında size birseyler sormustum, alicenaplık gosterip cevapladiniz ve kafam sizin yazdiklarinizla karıstı bende kucuk bir karavan sahibi oldum sayenizde :smiley: simdi seyahatnamenizi okuyorum korkuyorum... Elinize kolunuza saglik cok tesekkurler.
K. Cenk Gürsel
 



Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sayın Rüzgar,
Karadağ gümrüğünde size zorla, üzerinde N1 yazan uyduruk bir etiketi satmadılarmı?
Benden onun için 85€ almışlardı ve bunu almanın zorunlu olduğunu söylemişlerdi.
Doğrusu o haracı uyduruk etikete verince, Karadağda hiç bir güzellik gözüme görünmemişti.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sevgili "fsrin",
Cama yapıştırdıkları N1 hala duruyor bir anı olarak. Selma nın notlarına baktım şimdi. Grna Gora girişinde €13 ödemişiz .
Belki de 65 yaş üstü indirim uygulamışlardır ;)... Kimbilir..
Bana da herşey pek bi hoş görünmüştü oralarda..Boş ver...bazen oluyor böyle vak'alar..
Selamlar,
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

"cengo1965" e de teşekkür ediyorum. Resimdeki karavanı aldı isen son derece cessur bir karar. Kutlarım. Bu karavanlar başlangıçta pek kolay ve de rahat gelmiyor insanlara. Zaman la olayın "ekonomik" ve "güçlü"( çekere sahip olma) yönlerini keşfediyor arkadaşlar. Sen bunu baştan başarmışsın.Mutlu ve sorunsuz geziler dilerim.
Sevgiler,
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sayın Ruzgar Merhaba,
Hakisiniz baslangıcta oldukca zor geldi ozellikle arac kullanımı ama alıstık hatta rahatta ediyoruz sizin cesaretlendirmeniz sayesinde tesekkurler.
 

Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Sn. moderatör,
Gezi anılarımın ikinci bölümünün linkini açarak metin halinde verdiğiniz için teşekkür ederim.
Yazının bütünlüğünü sağlamak adına (gerek görürseniz) birinci bölüme ait linki de açarak metin halinde vermeyi düşünürmüsünüz.
Forumda yaptığınız düzenlemelerlin faydalı olacağına inanıyorum.
Saygılarımla,
 



Ynt: Hey Adriyatik Bak Yine Biz Geldik

Güzel paylaşımlarınız için çok teşekkürler ediyoruz..
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,420
Mesajlar
1,517,726
Kayıtlı Üye Sayımız
172,067
Kaydolan Son Üyemiz
Birkium

Çevrimiçi üyeler



Geri
Üst