Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan ebruca Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 26
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 25,166

ebruca

Ana Kamp
Mesajlar
21
Tepkime Puanı
0
Herkese merhaba,
Hasan Söylemez isimli gazeteci arkadaşım tam 10 gün önce yanına hiç para almadan cüzdanındaki banka kartlarını kırıp son parasını da çocuklara dağıtarak bisikletle Türkiye turuna çıktı.Yolda olduğu süre boyunca gittiği her bölgenin kültürel değerlerini, çeşitliliğini, insanlarını ve yaşam tarzlarını; hem turist, hem gazeteci, hem fotoğrafçı hem de o hayatı yaşayan sıradan bir insanın gözüyle fotoğraflayıp, yaşadığı yol öykülerini yazarak belgeleyecek.Şu ana kadar çok güzel hikayeler,anılar biriktiren Hasan yaşadığı maceraları onu takip etmek isteyen insanlarla paylaşabilmek adına kişisel web sitesinde haftalık olarak yayınlayacak..
Hasan bugün 1. Hafta izlenimlerini ve hikayelerini yayınlamaya başladı

Yola çıkmak için son hazırlıklarımı yapıyorum

Birazdan yola çıkacağım. Sahip olduğum bütün herşeyi arkamda bırakarak düşeceğim yollara. Yapmacık olmayacak hiçbirşey. Çırıl çıplak, tamamen kendim olup karışacağım doğaya ve yeni insanlar tanıyıp mutluluğu arayacağım kocaman yüreklerde…

Önce kafasını yumurtadan yeni çıkaran bir timsah yavrusu gibi gökyüzüne bakarak derin bir nefes alıyorum. Ciğerlerimin kapakcıkları titriyor o nefesi hissettiğinde. Heyecandan kalbim küt küt atıyor, ruhum ise özgür olmanın coşkusunu yaşıyor bedenimde. Sanki üç nokta savaşları yaşanıyor beynimin içinde. En gizli öznemde bile üç nokta var… Bazen kurşun gibi ağır bazen de tüy gibi hafif hissediyorum kendimi… Kadıköy’de bugün çok farklı bir hava var ve ben geçmişim kendimden. Hem de öyle bir geçmişim ki, son defa parayla su almaya gittiğim bakkalın önünde unutuyorum bisikletimi. Hay Allah! neler oluyor bugün bana böyle? Hayallerin gerçekleşmesi midir metabolizmayı bozan yoksa artık burnumda kendi cesedimden gelen ölüm kokusunun dağılıp yerini daha farklı bir kokuya bırakacak olması mı?

Son kontrollerimi yapıyorum. Yola çıkmak için artık hazırım ve tanıdığım tanımadığım herkesle vedalaşıp artık basıyorum pedala. Arkamı dönüp baktığımda el sallayanları görüyorum. Kiminin yüzünde hüzün kiminin yüzünde ise tatlı bir tebessüm…


Artık yollardayım

Bir an önce İstanbul trafiğinden kurtulmak için var gücümle asılıyorum pedala. Ümraniye üzerinden ilk durağım Şile’ye gidiyorum. Uzun ve yorucu rampaları aşmak biraz zor oluyor ama inişe geçtiğim zaman bütün yorgunluğumu hemen unutuyorum. Rüzgar kulağıma şarkılar mırıldanırken cırcır böcekleri kendi aralarında serenad yapıyor. Doğanın o müthiş müzikaliyle yüzümde oluşan gülümsemeyi gören biri olsa kesin bu adam delidir der. İster deli desinler ister akıllı ama bildiğim tek şey; o an hissettiklerimin asla parayla satın alınamayacağıdır…

Zorlu ve dik rampalardan birini aştığımda yol kenarında bir gözlemeci görüyorum. Uzaktan el sallayark ‘’gel bir soluklan sonra devam edersin’’ diyor. Elimi yüzümü yıkayıp biraz dinlenmek iyi gelir düşüncesiyle çekiyorum bisikletimi dükkanın önüne. Kimsin, necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun gibi sık sık duyacağım soruların ilkini burada duyuyorum. Ben sakin sakin sorulan sorulara cevap verirken önüme bir tabak gözleme ve bir bardak soğuk ayran geliyor. Ben’de para olmadığını söylememe rağmen bana kızarak senden para isteyen kim bu bizim sana ikramımızdır diyor mekan sahibi. Büyük bir iştahla indiriyorum mideye ikram edilenleri ve mataramda ısınan suyu değişip yola devam ediyorum.


Yolda karpuz partisi

15 km yol gittikten sonra otobanın kenarında karpuz partisi yapan bir aileyle karşılaşıyorum. Önce beni turist sanıp hello diye bağırıyorlar, ben de merhaba diyerek karşılık veriyorum. Gel bir dilim karpuz ye enerji verir diyorlar. Hiçte red edecek halde değilim ve hemen gidiyorum yanlarına. O sıcak havada yediğim bir dilim karpuz ilaç gibi geliyor ve tekrar asılıyorum pedallara...

Şile’ye varmak üzereyim ki yol üzerinde bir kaza olduğunu görüyorum. Bir motosiklet ve bir otomobil kafa kafaya çarpışmış. Jandarma yeni gelmiş güvenliği sağlamaya çalışıyor ama yaralılar yoldan geçen araçlar tarafından hastaneye götürülmüş. Yolda karşılaştığım ilk üzücü görüntü bu oluyor…

Hikaye ve fotoğrafların devamı için www.hasansoylemez.com adresini ziyafet edebilirsiniz..

38
 

Etiketler
Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yol hikayeleri 2. hafta
Amele yanıkları için müthiş çözüm!
Kavurucu güneşin altında pedal çevirmekten sakallarım ve ten rengim değişiyor. Başımdaki Kaskın ve gözümdeki gözlüğün kapattığı yerler haricinde yüzümde meydana gelen renk değişimi çok komik bir görüntü oluşturuyor. Bazen gözlüğü çıkarıp gidondaki dikiz aynasından kendime bakarak gülüyorum. Vücudumda ise amele yanıkları var. Kollarım, boynumun açıkta kalan kısımları, bacaklarımın diz kapakları ve ayak bilekleri arasındaki bölgeler çikolata rengindeyken vücudumun diğer kısımları bembeyaz. Akçakoca'dan Ereğliye giderken bir değişiklik yapmak istiyorum ve amele yanıklarından kurtulurum düşüncesiyle üstümdeki t-shirt'ü çıkartarak yarı çıplak bir vaziyette yola devam etmeye karar veriyorum. Ağva'da tanıştığım Zübeyir abi bana bir güneş kremi! vermişti. Ter kokumu bastıracak kadar da güzel koktuğu için sürekli onu kullanıyordum. İşte o kremle sırtımı, kollarımı, bacaklarımı, yüzümü, gözümü her yerimi sıvayıp asılıyorum pedallara.

40 km'lik yol bana 400 km gibi geliyor

Yollar çok dar ve her tarafta yol yapım çalışmaları var. Ayrıca trafikte normal taşıtlardan çok iş makinaları ve kamyonlara rastlıyorum. Acil şeridi diye bir şey zaten yok, dikiz aynam kırık, arkamdan gelen araçları göremiyorum, kamyonlar vızır vızır geçerek beni yoldan çıkarıyorlar vs. Bu yolu sağ salim bitirip Ereğli'ye varırsam kendimi çok şanslı hissederim. 40 km'lik yol bana 400 km gibi geliyor. Ha gayret başaracaksın, bitiyor işte diyerek kendi kendimi teselli etmeye çalışıyorum ve Nihayet Ereğli'ye varmak üzereyken bisikleti yol kenarında alem yapan üniversiteli gençlerin yanına çekip biraz dinleniyorum.

Istakoz gibi kızarıyorum

Yarı çıplak vücudum güneş kremi! Sürmeme rağmen ıstakoz gibi kızarıyor ve sırtıma dokunduğumda çok kötü yandığının farkına varıyorum. Hemen üzerime bir t-shirt giyinip kalan yolu tamamladıktan sonra Ereğli'ye giriyorum.

Bisikletimin ilk genel bakımı

Ereğli'de ilk olarak kargoya uğrayıp Ulaş'ın İstanbul'dan gönderdiği malzemelerimi alıyorum. Ardından bisikletime bakım yapabileceğim bir bisikletçi ararken bana Bike Service'yi tarif ediyorlar. Bike Service'ye gidip Nazım abiyle tanışıyorum. Açlığımı ve susuzluğumu gideren Nazım abi, bisikletimin genel bakımını da yapıp beni yolcu ediyor...

Hikaye ve fotoğrafların devamı için; http://www.hasansoylemez.com/yazilar/55-yol-hikayeleri-2-hafta.html

Img 0828
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

müthiş cesurca ve imrendirici yolunuz açık olsun ilgiyle takip ediyprum
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Sn.ebruca bu güzel haberi bizimle paylaştığınız için size teşekkür ederim. Hasan beyin gezi notlarını bir solukta okudum. Kendisini özel mesajla kutladım. Sitesinde bir forum sayfası olsa daha çok katılım olabilir diye düşünüyorum...
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Belki haklısınız bu konuda ama Hasan'ın yolda olduğu süre boyunca yazıları ve fotoğrafları bizlerle paylaşıcak vakti oluyor yalnızca.Bir yandan facebookda Hasan için açılan (http://www.facebook.com/photo.php?pid=31499877&id=1382872812&ref=notif&notif_t=like#!/group.php?gid=137122832979773&ref=share ) grup forum tazında kullanılıyor herkes buraya düşüncelerini yazıp,paylaşabiliyor Hasan da fırsat buldukça bunları okuyor..
İlginiz için Hasan adına teşekkür ederim,sevgi ile..
 



Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yolculuğumun üçüncü ve dördüncü haftası çok hareketli geçiyor. Her konuda bana yardımcı olmaya çalışan insanlarla karşılaştığım gibi bir lokma ekmek vermeyen insanlarla da karşılaşıyorum. Bazen tıka basa karnım doyuyor, bazen de gün boyunca yemek yemediğim anlar oluyor. Kötü yollar, dik rampalar, uçurumlar, sıcak hava, eriyen asfalt, soğuk insanlar, açlık ve yaşadığım ilk yaralanmalı bisiklet kazası… Tabii, kendimi en kötü senaryolara hazırladığım için ufak tefek! olumsuzlukların moral ve motivasyonumu bozmasına izin vermiyorum ve yolda karşılaştığım iyi insanların gösterdikleri sıcak ilgi bana en büyük teselli kaynağı oluyor…
Bu öyle bir yolculuk ki; her an karşıma ne çıkacağını, hangi öğünde ne yiyeceğimi, gece nerede konaklayacağımı, karşıma nasıl insanlar çıkacağını ve neler yaşayacağımı bilmiyorum… Bilinmezliklerle dolu bir yolculukta bazen paranın satın alamayacağı şeyleri arıyorum bazen insanları tanımaya çalışıyorum bazen de hayatın ve mutluluğun gerçek anlamını arıyorum. Her şeyden önemlisi bu yolculuk; kendi rızamla ve kimseye bağlı kalmadan kendi içime yaptığım bir yolculuktur. Ya o derinliklerde kaybolup gideceğim ya da aradığımı bulacağım…
Amasra’ya varabilmek için Everest’i bile tırmanırım

Ertesi gün Bartın’da dolaşıp fotoğraflar çektikten sonra Bartın’ın ilçesi olmasına rağmen Bartın’dan daha ünlü olan Amasra’ya doğru yola çıkıyorum. Amasra’ya varabilmek için öncelikle dağları ve tepeleri aşmak lazım. Karadeniz’de mavi ve yeşilin içe içe olduğu, muhteşem manzaraları olan, balığı ve salatasıyla ün yapan bu küçük kasabaya gitmek için değil dağları ve tepeleri, Everest’i bile tırmanırım. Bu düşünceyle pedallara var gücümle asılarak o zorlu yolları aşıp, Amasra’yı bütün ihtişamıyla ayaklarımın altında göreceğim bir zirveye ulaşıyorum. Bir süre zirvede dinlenerek Amasra’nın o güzel manzarasını izledikten sonra kendimi rüzgarın kollarına bırakarak aşağı doğru inişe geçiyorum. Yollar o kadar rampalı ve virajlı ki bu yolları tekrar nasıl tırmanacağımı düşünerek hevesimi kaçırmak istemiyorum…


Hasan'ın bugün yollardaki 29. günü ve geçirdiği ufak bir kaza dışında herşey oldukça iyi gidiyor.An itibariyle 896 km yol yaptı..
3. ve 4. hafta hikaye ve fotoğraflarının devamı için http://www.hasansoylemez.com/yazilar/56-yol-hikayeleri-3-ve-4-hafta.html linkine tıklamanız yeterli..

Img 0088
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

http://www.htspor.com/diger/haber/544715-pedallari-hayaline-ceviriyor


Pedalları hayaline çeviriyor!Hayalini gerçekleştirmek adına beş kuruş parasız tam 10 bin km.'yi pedal çevirerek tüketiyor. Eğer bir gün yolunuz kesişir ve Hasan Söylemez ile karşılaşırsanız, kendisine iyi davranın çünkü cebinde ne bir kuruş parası, ne kredi kartı var. Ama hayatın gerçek anlamı için bisikletiyle 10 bin km. pedal çeviriyor.22/08/10 22:58
Foto Galeri Yol hikayeleri!Galeriye gitmek için tıklayınızHTSPOR.COM

11 Temmuz Pazar günü saat 15.00’de İstanbul’a veda ederek doğayla buluşmak, Anadolu insanıyla tanışmak adına pedal çevirmeye başladı Türkiye’nin dört bir yanına doğru. Parasız pulsuz, bisikleti, çadırı, fotoğraf makinesi, bilgisayarı, sadece dışarıdan aramaları kabul eden cep telefonu, birkaç parça kıyafeti ve en önemlisi yüreğindeki mutluluğu yakalamak adına pedal çevirmeye devam ediyor Hasan Söylemez.

“Hayatın gerçek anlamı; bütün zorluklara rağmen mutlu olmayı başarabilmektir. Mutluluk ise paylaştıkça gerçektir” diyen Hasan Söylemez, hayalinin peşinde vargücüyle pedal çeviriyor. Cebinde para yok, kredi kartı yok. Bir yemek veren olursa karnı doyuyor, olmazsa aç bi aç sadece suyla ve çantasındaki kuru üzümlerle karnını doyurarak pedal çeviriyor, hayalinin peşinde.

Ve bu hayalini gerçekleştirmek adına kilometreleri pedal çevirerek birer birer tüketen Hasan Söylemez, “Kitaplarda ve gazetelerde dünyayı dolaşarak hayatın ve mutluluğun anlamını arayan insanların hikayelerini okuyup durdum. Ben de bunu başarmanın yolunu kendi ülkemin insanlarını ve değişik kültürlerini keşfetmekte buldum” diyor.

TAM 40 İL VE 10 BİN KM.
Her gittiği yerde başından geçenleri yol hikayeleri başlığıyla hafta hafta kaleme alıyor ve kendi adını taşıyan hasansoylemez.com adlı internet sitesinde, çektiği fotoğraflarla birlikte yayınlıyor.

Karadeniz’den doğu illerine, Güneydoğu’dan Akdeniz’e, oradan Ege’ye! Bisiklet üzerinde pedal çevirerek tam 40 il, sayısız ilçe ve köy gezecek olan Hasan Söylemez, şu ana kadar tam 1.350 km. yol kat etti, 80 kilodan 74 kiloya düştü.

Aç kaldı, lastiği patladı, kaza yaptı, virajlı rampalara meydan okudu. Kimi zaman bisikleti onu taşıdı, kimi zaman o bisikletini sırtladı. Ama yılmadı, 1.350 kilometreyi geride bırakarak Ordu’nun Fatsa ilçesine ulaştı.

DOĞUM GÜNÜNÜ FATSA’DA KUTLADI
Tam iki yıl bu projeyi gerçekleştirmenin hayalini kuran ve çalıştığı gazeteden ayrılarak bu maceraya start veren Hasan Söylemez, hedefe pedal çevirirken, seyahatinde 6 haftayı geride bıraktı, sırası ile Şile, Ağva, Kandıra, Kerpe, Kefken, Karasu, Kocaali, Akçakoca, Alaplı, Ereğli, Zonguldak, Çaycuma, Bartın, Amasra, Kurcaşile, Cide, Doğanyurt, İnebolu, Abana, Çatalzeytin, Türkeli, Ayancık, Sinop, Gerze, Yakakent, Bafra, 19 Mayıs, Samsun, Tekkeköy, Çarçamma, Terme ve Ünye’yi geçtikten sonra Fatsa’ya ulaştı. Ve doğum gününü Fatsa’da kutladı.

FAHRİ HEMŞEHRİ
Hasan Söylemez Yakakent Belediye Başkanı Burhan Bayrakdar tarafından fahri hemşehri ilan edildi.

KARIŞ KARIŞ YÜREK DOLU YOL ÖYKÜLERİ
Gittiği yerlerde yerel yöneticilerden çadırını kurmak için güvenli yer isteyen, vatandaşların ikram ettiği yiyeceklerle karnını doyuran Hasan Söylemez, her bölgenin kültürel değerlerini, çeşitliliğini, insanlarını ve yaşam tarzlarını; hem turist, hem gazeteci, hem fotoğrafçı hem de o hayatı yaşayan sıradan bir insanın gözüyle fotoğraflayıp, yaşadığı yol öykülerini yazarak belgeliyor.

Hasan Söylemez'in objektifinden 'Yol hikayeleri'ni okumak için tıklayınız...

PEDAL ÇEVİRİYOR, FOTOĞRAF ÇEKİYOR
Yolculuğu esnasınsa çektiği fotoğraflardan oluşan ilk sergisini Karadeniz Bölgesi'ni tamamladığında Trabzon'da açacak. İkinci sergi Iğdır, üçüncü sergi Gaziantep, dördüncü sergi Antalya, beşinci sergi İzmir ve son olarak sergilenen bütün fotoğrafları İstanbul'da toplayarak ''Bisikletle Türkiye Fotoğrafları'' adı altında karma bir fotoğraf sergisi düzenleyecek.

Hasan Söylemez'in objektifinden 'Yol hikayeleri' fotoğrafları için tıklayınız...

NEDEN BİSİKLET?
Hayalini gerçekleştirirken bisikleti tercih etmesinin nedenini şu sözlerle açıklıyor:
“Bu yolculukta bisikleti tercih etmemin nedeni ise bisikletin doğaya daha saygılı bir ulaşım aracı olmasından kaynaklanıyor. Biliyorsunuz küresel ısınmanın en büyük nedenlerinden biri de fosil yakıt tüketimidir. Fosil yakıt tüketimi arttıkça hava kirliliği de artarak doğaya ve çevreye geri dönüşü olmayan kalıcı zararlar veriyor. Bunun önüne geçebilmek yine bizim elimizdedir. Çevreye hiçbir zararı olmayan ve ulaşımda da büyük kolaylık sağlayan bisikletin, artık karne hediyesi olarak çocuklara alınan bir oyuncak olmadığının, hem sağlık açısından hem de doğaya en saygılı ulaşım aracı olduğunun anlaşılması gerektiğine inanıyorum.”

NEDEN PARASIZ?
“Yola parasız çıkmamdaki amaç ise, insanları daha yakından tanıyıp anlayabilmek ve daha iyi bir iletişim kurabilmek için onlara her anlamda ihtiyacımın olması gerekiyordu. Onların yaşam tarzlarını, kültürlerini ve hayata bakışlarını ancak onlar gibi çalışarak ve onlar gibi yaşayarak anlayabilirdim. Cebinizde para olduğu zaman uçakla veya otobüsle bir turist gibi giderek bunları gerçekleştirmeniz imkânsızdır. O insanları tanısanız bile eksik tanırsınız ve gerçek amacınıza ulaşamazsınız. Bu nedenle gezi bitene kadar parayı kendi hayatımdan çıkarıyorum.”

HAYALİ GERÇEĞE NASIL DÖNÜŞTÜ?;
“İşte bunları düşünerek yola çıktım ve kararımı verdikten hemen sonra çalıştığım gazetede işi bıraktım. Bir gün Kadıköy Kızıltoprak’ta bulunan Delta Bisiklet’in önünden geçerken projemle ilgili fikir almak için kapının önünde duran, sonradan oranın yetkilisi olduğunu öğrendiğim Ulaş Baydar’a projemi anlattım. Ben heyecanlı bir şekilde projemi ona anlattıktan sonra bana her türlü konuda destek olacağı sözünü verdi. Geçen yıl kendisi de bisikletle Ağrı dağına tırmanan Ulaş Baydar, öncelikle üzerine bindiğim bisikletle uzun yola çıkamayacağımı, eğer onun yanında bir süre çalışırsam hem kendi bisikletimi kendim yapmama fırsat vereceğini hem de yolculuğum boyunca bisikletle ilgili ihtiyacım olan bütün donanımları karşılayacağını da söyledi. İşte projemin ilk somut adımını burada atmış oldum.

HAYATIN GERÇEK ANLAMI
''Çoğumuz kitaplarda ve gazetelerde dünyayı gezerek hayatın ve mutluluğun gerçek anlamını arayan bazı kişilerin hayat hikâyelerini okumuşuzdur. Aslında mutluluğun ve hayatın gerçek anlamlarını anlayabilmek için öncelikle yaşadığımız ülkenin insanlarını tanıyabilmeli ve onlarla iç içe olup nasıl yaşadıklarını ve her şeye rağmen nasıl mutlu olabildiklerini anlamalıyız. Çünkü hayatın gerçek anlamı; bütün zorluklara rağmen mutlu olmayı başarabilmektir. Mutluluk ise paylaştıkça gerçektir. Ülkemizde paylaşılmayı bekleyen o kadar çok sıra dışı, hüzünlü, mutlu, ve güzel hikayeler var ki hepsi birbirinden etkileyici ve ders niteliğindedir. İki yıldır bütün bunları videolar, fotoğraflar ve yazılarla belgelemenin hayalini kuruyordum.”

HASAN SÖYLEMEZ KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi Grek Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan Hasan Söylemez (28) üniversitede okuduğu yıllarda gazetecilik yapmaya başladı. Askere gitmeden önce planlamaya başladığı Türkiye turu projesini askerdeyken tüm detaylarıyla kurguladı ve bisikletiyle son bir aydır günde 80 kilometrelik antrenmanlar yaptı
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yol hikayeleri 5. ve 6. hafta
Perşembe, 26 Ağustos 2010 09:09
Yaşadığım mutluluğu dolar milyarderi Abramoviç bile yaşayamaz!
İstanbul’da cebimde para olmadığı zaman evden kapının önüne bile çıkamazken şu an bisikletle beş parasız çıktığım Türkiye turunun altıncı haftasını geride bırakıyorum. Bu projeye başlayacağımı söylediğimde birçok kişi bana deli gözüyle bakıyordu. ‘’Parasız gezilir mi, sen manyak mısın, insanlara nasıl güvenebiliyorsun?’’ hatta gelen mailler arasında ‘’senin yaptığın resmen intihardır, bu şekilde yola çıkarsan açlıktan ve susuzluktan ölürsün’’ diyenler olduğu gibi, projemi sonuna kadar destekleyen binlerce insan da oldu. Elbette bisikletle beş parasız yola çıkmanın riski daha yüksektir. Ancak aldığım bu risk, ömrümün sonuna kadar unutamayacağım muhteşem güzellikleri de beraberinde getiriyor. Benim şu an yaşadığım heyecanı ve mutluluğu dolar milyarderi Roman Abramoviç bile yaşayamaz. Onun mutluluğu parası kadarken benim mutluluğum ise ülkemin güzelliği ve insanların yüreğinin büyüklüğü kadardır…

Büyük kentlerde haklı bir güven sorunu var!

Köylerde ve küçük yerleşim birimlerinde yaşayan insanlar büyük kentlere göre daha sıcakkanlı ve daha misafirperverler. Bunun nedeni insanlara olan güvenlerini henüz kaybetmemeleridir. Büyük kentlerdeki keşmekeşliği ve yoğunluğu yaşamıyorlar, herkes birbirini tanır ve suç oranları neredeyse yok denecek kadar düşüktür. Oysa büyük kentlerde durum böyle değildir. Kimse kimseyi tanımaz, hırsızlık ve diğer adi suçlar almış başını gidiyor, hangi insandan nasıl bir kötülük geleceğini kimse kestiremez vs. İşte bundan dolayı büyük kentlerde bir güven sorunu var ve haklı olarak her yabancıya temkinli yaklaşılır…


Merhaba maceracı gazeteci arkadaşımızı takip eden sevgili bisiklet ve Hasanseverler :smiley:
4. ve 5. hafta hikayelerini taze taze sunuyorum sizlere.Buyrun linke..
http://www.hasansoylemez.com/yazilar/57-yol-hikayeleri-5-ve-6-hafta.html

Untitled
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yol hikayeleri (özel bölüm)
Ah! Şu yollar. Değişen sadece şehir tabelaları değildir, bir hayattan başka bir hayata gidilmektedir aslında. Bir umutla yollardasınızdır. Uçuşup giden düşünceler kısa metraj film gibidir, her sahnede uzun bir hikaye vardır bilirsiniz. Başrolde siz varsınız ama doğadaki her şey ortaktır sizin bu yolculuğunuza. Dağlara, ağaçlara, denize, çiçeklere, böceklere, kentlere, insanlara vereceğiniz anılarınız vardır. Dokunursunuz hepsinin hayatına ve siz de onların bir parçası olursunuz artık. sonra bir arı gibi o polenleri toplar biriktirirsiniz kursağınızda. Bedeninizi ve emeğinizi bekleyen insanlar vardır. Uzaktan da olsa paylaşırsınız emeğinizi onlarla, peki ya bedeniniz? İşte ona da doğa karar verir, hükmünüz yoktur onun üzerinde…

Mutluluğunuzun doğadan ve insanlardan doğduğunu bilerek çıkarsınız engebeli yollara. Bazen rüzgar arkanızdan eser, hızla ilerlersiniz yolunuzda. Bazen de ters yönden eser zorlanırsınız ilerlerken. Gördüğünüz renklerin her tonunda ferahlar yüreğiniz, asfaltta ezilen canlıları gördükçe de kan ağlar içiniz. Ama ne olursa olsun, bilinmezlik, macera ve umut içeren o dev kapıyı bir kez araladıktan sonra bir daha asla kopamazsınız yollardan. ‘’Varacağınız yerden çok yolculuğun kendisidir anlamlı olan. Yollardan korkmayanlara ise yolculuk aşktır çoğu zaman.’’

Bisikletimle bir arabayı sağladığımda kendimle gereksiz bir gurur duyuyorum

Ramazan ayı olduğu için iftar çadırları benim için karnımı doyurabileceğim şenlik yerleridir. Terme’ye 10 km kala bir benzin istasyonuna girip Terme’de iftar çadırı var mı diye soruyorum. O sırada otomobiline benzin alan bir amca, ‘’beni takip et, ben de o taraftan geçiyorum sana gösteririm’’ diyor. Amca önde ben arkada iftar çadırına doğru yavaş yavaş gidiyoruz. Aslında yavaş giden kişi amcadır ben ise hızlı gidiyorum. Kilometre saatine baktığımda saatteki hızım 34 km’yi buluyor. Bazen pedallara daha sert basıp amcayı sağladığımda kendimle gereksiz bir gurur duyuyorum. Sanki yarışa girmişiz de ben onu geçiyorum gibi bir hisse kapılıyorum. Oysa istediği zaman egzoz dumanını yüzüme üfleyip ortadan kaybolabilir ama yapmıyor. Yine de bir arabayı bisikletle geçmek gerçekten çok güzel bir duygu... Akşam ezanının okunmasına bir saat varken iftar çadırına varıyoruz. Amca çadırı bana gösterip yoluna devam ederken ben de çadırın önünde meraklı gözlerle beni izleyenlerin yanına yaklaşıyorum.

- Selamün Aleyküm

- Aleyküm Selam, hoş geldin.

- Hoş bulduk, iftara çok var sanırım…

- Fazla değil bir saat kaldı. Yolculuk nerden böyle?

- İstanbul’dan geliyorum.

- Bisikletle mi geliyorsun?

- Evet,

- Peki, nereye gidiyorsun?

- Türkiye’yi geziyorum. Ama bu akşam sahildeki kamp yerlerinde çadır kurmayı düşünüyorum.

- O halde sen seferisin, değil mi?

- Evet, seferiyim.

- Gel sana içerde yemek verelim de karnını doyur öyle git.

Diyerek, iftar öncesi karnımı bir güzel doyurup beni yolcu ediyorlar.

‘’Keşke bir bardak çay verseler diye içimden dualar ediyorum ama…’’

Bisikletimi Terme’den Ünye’ye giderken 8 km uzakta olan çadır kampına doğru sürüyorum. Kampa vardığımda mangallarda yanan buram buram et kokusu aklımı başımdan alıyor. Kamp sorumlusunun yanına giderek çadır kurmak istediğimi söylüyorum. O da ücretini verdikten sonra istediğin yerde çadırını kurabilirsin diyor. Ama abi param yok deyince de beni gözleriyle aşağıladıktan sonra uzak bir köşeyi gösterip, orada çadırını kurabilirsin diyor. Sessizce onun gösterdiği o uzak yere gidip çadırımı kurduktan sonra bilgisayarımı ve telefonumu şarja takmak için kampın çay ocağına gidiyorum. Kamp sorumlusu ve arkadaşları iftarlarını açarken onlardan prizi kullanabilmek için izin istiyorum. Prizi işaret edip kullanabilirsin diyorlar ancak tuhaf bakışlarıyla beni taciz etmeye de devam ediyorlar. Gergin ortamı yumuşatmak için onlar iftarlarını yaptıktan sonra sofrayı toparlayıp etrafı süpürmek için yardım etmek istiyorum izin vermiyorlar, sohbet etmeye çalışıyorum soğuk davranıyorlar, ne yapıyorsam fayda etmiyor ve en sonunda bilgisayarımı açıp haftalık yazılarımı yazmaya başlıyorum. Onlar ise yemeklerini yedikten sonra çay üstüne çay içiyorlar. Canım o kadar çay istiyor ki, keşke bana da bir bardak çay verseler diye içimden dualar ediyorum ama nafile, adamların umurlarında bile değilim. Bakıyorum onlar çay verecek gibi değiller en sonunda kendim gidip çay istiyorum. Kamp sorumlusu ‘’niye paran yok?’’ dedikten sonra hışımla yerinden kalkıp, söylene söylene bir bardak çay veriyor. O bir bardak çayla gece geç saatlere kadar idare ediyorum. Sahura doğru kamp sorumlusu yanıma gelerek, ‘’sen zaten oruç tutmuyorsun. Biz sahur yapacağız haberin olsun.’’ Diyor. Adam gıcıklık olsun diye elinden ne geliyorsa yapıyor. Sabah erkenden uyanıp çadırımı toplayarak hızla oradan uzaklaşıyorum.

Benim yolculuğum ‘’Into The Wild’’ değil, Into The Life’dır.

Ben mazoşist miyim? Hayır, değilim. Peki, cebimde üç beş lira para olsaydı bu adam bana böyle davranabilecek miydi? Kesinlikle hayır. Gazeteci olduğumu söyleseydim sonuç değişir miydi? Elbette değişirdi. Karnım tok, sırtım pek o adamın yapmacık tavırlarıyla gülüp eğlenmeye çalışacaktık. Ben orada sabrımı ve gururumu sınıyordum. O adamın ne kadar doğal davrandığını bütün çıplaklığıyla görmeye çalışıyordum. Gururumun üzerindeki perdeyi sıyırarak, gerçeklerle yüzleşip biraz hırpalanmasını sağladım. Ben hem kendimi hem de insanları tanımaya çalışıyorum. Yolda karşılaştığım ve yardımını istediğim insanlara ben gazeteciyim bana yardım edin demiyorum. Önce aç, susuz, yardıma muhtaç bir insan olduğum için bana nasıl bir tepki göstereceklerini gözlemliyorum. Ardından söylemem gerekiyorsa eğer, gazeteci olduğumu söylüyorum. Burası Alaska veya Afrika değil. Ve ben vahşi bir hayatın içinde tek başına yaşam mücadelesi veren maceracı bir insan hiç değilim. Tamam yaptığım şeyin içerisinde macera var ama vahşi bir yaşam yok. Ben Christopher Mccandles gibi mutluluğu tek başıma dağlarda, insanlardan uzak kalarak aramıyorum. Aksine insanların içine karışıp onlarla birlikte yaşamayı, onların sevincini, hüznünü paylaşıp, onlarla mutlu olmanın peşindeyim. Benim yolculuğum ‘’Into The Wild’’ değil, Into The Life’dır. Ve ben Alexander Supertramp değil Hasan Söylemez’im.

Bu proje, parasız pedal çevirmekten ibaret değil!

Gerçekten göründüğü kadar kolay değil bu proje. Bir taraftan Anadolu insanının belgeselini çekerken bir taraftan toplumun duyarlı olması gereken konularla ilgili gezi ve yol hikayeleri yazıyorum. Bisikletin sağlıklı ve doğaya saygılı bir ulaşım aracı olarak kullanılabileceğine dikkat çekmek için sürekli pedal çeviriyorum. Her bölgede çektiğim fotoğraflarla sergiler düzenleyip bu sergilerde fotoğraf satışlarından elde edilen gelirlerin tamamını ise dernek, vakıf ve ihtiyaç sahiplerine bağışlıyorum. Karadeniz bölgesinde düzenleyeceğim fotoğraf sergisinin tarihi, yeri ve saati de belli oldu. 25 Eylül 2010 Cumartesi günü saat 13:30’da Trabzon’da Trabzon Sanat Evi’nde bu projenin ilk sergisi açılacak. Ardından bu sergi Trabzon Forum Alışveriş Merkezi’nde devam edecek. Çernobil faciasından sonra Türkiye’de kanser hastalığının en yaygın görüldüğü bölge Karadeniz bölgesidir. Bu bölgede yüzlerce insanımız kanser hastalığından dolayı hayatını kaybederken binlerce insanımızda bu hastalıktan kurtulmak için kısıtlı imkanlarla yaşam mücadelesi veriyor. Ben de Karadeniz sergimde kanser hastalarının tedavisine bir umut olabilmesi için fotoğraf satışlarından elde edilecek olan gelirlerin tamamını Kansere Umut Vakfı’na bağışlıyorum. Projemin temel amaçlarından biri zaten mutluluk ve paylaşımdır. Eğer birilerini paylaşımlarımla mutlu edebiliyorsam, amacıma adım adım ulaşıyorum demektir. Bu projede elbette kurum amirlerinden, tanıdıklarımdan ve meslektaşlarımdan manevi destek alacağım. Hakikaten büyük bir emek ve çaba sarfediyorum ve istediğim tek şey bu yolculukta insanların beni anlayışla karşılamalarıdır. Bu projede sadece yolculuk yoktur. Görmek isteyenler bu projenin sadece parasız pedal çevirmekten ibaret olmadığını anlayacaklardır…

Not: Doğu Karadeniz’de aşırı yağışlar nedeniyle aşırı ıslanıp soğuk aldım. Yol hikayelerimde aksamalar olabilir. Şimdiden özür dilerim…

Has
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Sergi gelirlerini hayır kuruluşlarına bağışlıyor
Pedal çevirmekle kalmıyor, Türkiye'nin fotoğrafını çekiyor. Ve ilk sergisini Trabzon'da açacak.
Bisikletiyle parasız bir halde Türkiye'nin sınır illerini dolaşarak fotoğraflar çeken ve bölge bölge açacağı sergilerde çektiği fotoğrafları sergileyecek olan Hasan Söylemez, ilk sergisini 25 Eylül'de Trabzon'da açacak.
11 Temmuz'da yolculuğuna başlayan Hasan Söylemez, 48 günü geride bırakırken 1668 km. pedal çevirdi. Yolculuğu esnasında Şile, Ağva, Kandıra, Kerpe, Kefken, Karasu, Kocaali, Akçakoca, Alaplı, Ereğli, Zonguldak, Çaycuma, Bartın, Amasra, Kurcaşile, Cide, Doğanyurt, İnebolu, Abana, Çatalzeytin, Türkeli, Ayancık, Sinop, Gerze, Yakakent, Bafra, 19 Mayıs, Samsun, Tekkeköy, Çarçamma, Terme ve Ünye, Fatsa, Ordu, Giressun ve Görele'den geçen ve ardından Trabzon'a ulaşan Hasan Söylemez, Rize ve Artvin'den sonra Doğu Anadolu bölgesi sınırından turuna devam edecek.
Geçtiği yerlerin kültürel değerlerini, çeşitliliğini, insanlarını ve yaşam tarzlarını; hem turist, hem gazeteci, hem fotoğrafçı hem de o hayatı yaşayan sıradan bir insan gözüyle fotoğraflayıp, yaşadığı yol hikayelerini kendi adını taşıyan intermet sitesi hasansoylemez.com'da yazarak belgeleyen Hasan Söylemez, ilk fotoğraf sergisini Trabzon'da açacak.
http://www.htspor.com/diger/haber/544726-yol-hikayeleri
http://galeri.haberturk.com/galeri/index/403612
25 Eylül 2010 Cumartesi günü saat 13:30'da Trabzon Sanat Evi'nde ardından ardından Forum Trabzon Alışveriş Merkezi'nde sergilenecek olan 'Bisikletle Parasız 10.000 km Türkiye Turu ''Karadeniz'' Fotoğraf Sergisi'nde fotoğrafların satışından elde edilicek gelir Kansere Umut Vakfı'na bağışlanacak.
Hasan Söylemez, açacağı sergi öncesi Trabzon'da bir basın toplantısı düzenledi. Söylemez basın toplantısında şunları dile getirdi:
"Bisikletle Parasız 10.000 km Türkiye Turu ve Türkiye Fotoğrafları'' projemin Karadeniz ayağını tamamlamak üzereyim. 11 Temmuz Pazar günü cüzdanımdaki banka kartlarını kırıp son paramı da çocuklara dağıtarak, yanıma hiç para almadan Türkiye'nin sınır bölgelerini bisikletle gezmek için yola çıktım ve 48 günde 1668 km yol kat edip Trabzon'a vardım.
Yolculuk bitene kadar parayı kendi hayatımdan çıkarıyorum. Gittiğim her bölgenin kültürel değerlerini, çeşitliliğini, insanlarını ve yaşam tarzlarını; hem turist, hem gazeteci, hem fotoğrafçı hem de o hayatı yaşayan sıradan bir insanın gözüyle fotoğraflayıp, yaşadığım yol hikayelerini yazarak belgeliyorum.
Başta Karadeniz bölgesi olmak üzere Türkiye'nin sınır bölgelerinde çektiğim fotoğraflarla sergiler düzenleyip bu sergilerden elde edilen gelirleri ise hayır kuruluşlarına bağışlıyorum. Yolculuğumun ilk ayağı olan Karadeniz Bölgesi'ni tamamlamak üzereyim ve bu bölgede çektiğim fotoğraflar önce Trabzon Sanat Evi'nde ardından Forum Trabzon Alışveriş Merkezi'nde sergilenecek.
Biliyorsunuz Karadeniz Bölgesi Çernobil faciasından sonra kanser hastalığının en sık görüldüğü bölgelerden biridir. Bu nedenle sergide fotoğraf satışlarından elde edilen gelirlerin tamamı kanser hastalarına bir umut olması için Kansere Umut Vakfı'na bağışlanacaktır. 25 Eylül 2010 Cumartesi günü saat 13:30'da Trabzon Sanat Evi'nde düzenlenecek olan Bisikletle Parasız 10.000 km Türkiye Turu ''Karadeniz'' Fotoğraf Sergisi'ne bütün Karadenizlilerin gelmesi hem beni hem de iyileşmek için bir umut bekleyen Kanser hastalarını mutlu edecektir."

Hasan orduda
 



Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Hasan Söylemez 2799 metre yukseklikte olan Sahara dagini an itibariyle yedi bitirdi.. Son 1 km kaldığını söylerken sesi gayet enerjik ve neşeliydi :smiley:
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yol hikayeleri 7. ve 8. hafta
Ramazan ayında bisikletle yolculuk yapmak gerçekten çok zordur. Sürekli pedal çevirdiğim için hem kalori yakıyor hem de çok su tüketiyorum. Vücudun enerjiye, suya ve besine ihtiyacı var. Yola devam edebilmek için mutlaka bir şeyler yemeli ve bol su tüketmeliyim. Bir önceki yazımda anlatmıştım, Terme’de çadır kurduğum çadır kampında oruç tutmadığımdan dolayı hem sözlü tacize uğramış hem de aç kalmıştım… Ben de ertesi gün sabah erkenden uyanıp, çadırımı topladıktan sonra aç karınla Ordu’nun Ünye ilçesine doğru yola çıkıyorum. Oradan apar topar kaçarcasına çıktığım için matarama su koymayı da unutuyorum. Sıcak havada hem aç, hem susuz pedal çevirmeye çalışırken yol kenarındaki evlerden hello hello diye bana seslenildiğini duyuyorum. Kafamı çevirip baktığımda bir evin balkonunda oturan birkaç kadını görüyorum. Israrla bana el sallayarak yanlarına gitmemi istiyorlar. Yiyecek ve içecek verirler umuduyla bisikletimi onlara doğru sürerek yanlarına gidiyorum.
- Merhaba, soğuk suyunuz var mı?
- Aaaa! Sen turist değil misin?
- Hayır, değilim…
- (gülümseyerek) Biz seni turist sandık.
- O halde gideyim mi? (daha önce turist olmadığım için beni kovanlar olmuştu)
- Yok canım biraz dinlen, suyunu iç, hatta karnın açsa sana yemek de getirelim.
Onların bu teklifi bile bana enerji vermeye yetiyor. Ben bisikletimden inerken onlar da balkonda oturabileceğim bir yer açıyor ve yiyecek içecek getirmek için içeri koşuşturuyorlar. Biraz sonra evin diğer sakinleri de geliyor ve soru üstüne soru yönelterek beni tanımaya çalışıyorlar. Ben de bir taraftan yemeğimi yerken bir taraftan da onların sorularını cevaplıyorum. O kadar neşeli ve güzel bir ortam oluşuyor ki, bir saate yakın sohbet ediyoruz. Beni konuk edip karnımı doyuran, sıcak ve samimi sohbetleriyle bana moral depolayan bu ailenin oruçlu olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim…
Ünye’deki tarihi hamamın içler acısı hali
Kılıç ailesinin bu cömert davranışlarından sonra gayet memnun ve mutlu bir şekilde bisikletime binerek Ünye’ye doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Ünye’ye vardığımda ilk olarak sahildeki çay bahçelerinden birinde oturup yorgunluğumu atıyorum ardından ilçe merkezini dolaşıyorum. Sokak aralarında gezinirken, duvarlarında otlar çıkmış, yıkık dökük, harabeye dönmüş bir yapı dikkatimi çekiyor. Kubbelerinden hamam olduğu anlaşılan bu yapı çevresindeki binaların arasında üvey evlat gibi duruyor. Hamamın enkaz yığını haline gelmiş kapısını bulup içeri girdiğimde o muazzam mimari yapının içler acısı haliyle karşılaşıyorum. Duvarları ağaç kökleriyle yıkılmış, yerler çöpten ve pislikten geçilmiyor. Yeri geldiğinde tarihimizle övünürken bu tarz tarihi binaların sahip çıkılmadan göz göre göre yok olmasına müsaade edilmesine nasıl izin veriliyor ve nasıl koruma altına alınmıyor gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Umarım yetkililer bir an önce bu hamamın farkına varır ve restorasyon çalışmalarına başlarlar…
Dünyada fındığın en çok üretimi yapıldığı bölge Fatsa’dır
Karadeniz sahil kesiminde yerleşim yerleri bir birlerine çok yakındır. Ünye’yle Fatsa arası da 22 km’lik bir yol ve bisikletle bu yolu hiç zorlanmadan 1 saatte gidiyorum. Fatsa’da gözünüze çarpan yeşilliklerin hepsi fındık ağaçlarıdır. Fındık Fatsa’nın en önemli tarım ürünüdür. Halkın %80'i fındık tarımı ile geçimini sağlıyor. Dünyada fındığın en çok üretimi yapıldığı bölge Fatsa’dır. Hatta Fiskobirlik'in merkez binasının buraya kurulması düşünülmüş fakat çıkan bazı problemler sonrası Giresun'a kurulması kararlaştırılmış. Üretilen fındığın % 98’i pazarlanıyor. Özellikle son yıllarda, üretilen fındığın bir kısmı Ordu Soya Sanayisi’nde yağlık olarak kullanılıyor ve kalanı ise ihraç ediliyor. Fındık genellikle, fındık kırma fabrikalarında, iç fındık haline getirilerek ihraç ediliyor. Fındık üretimi, tarım sektörü içinde önemli bir yere sahip olmasının ötesinde fındığa bağlı sanayi kollarının da gelişmesini sağladığından önemli ölçüde istihdam yaratıyor ve kent ekonomisi içinde ciddi bir pay teşkil ediyor. Çikolata sanayi ve fındık kırma sanayi, başlıca fındığa bağlı sanayi kolları olarak öne çıkıyor. Fındık toplama sezonunu kaçırdığım için fındık bahçelerinde çalışan insanlara pek rastlayamıyorum. Ancak her evin önünde güneşte kuruması için serilen fındıkları görmek mümkün. Fatsa’da belediye başkan yardımcısı Muharrem Aktepe beni iki gün misafir ediyor. Orada uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı da görüyorum ve onunla birlikte Fatsa’ya yakın olan Ordu’nun Çamaş ilçesindeki yaylalara gidiyoruz. Gökyüzünün kara bulutlarla kaplanması yağmurun habercisi olduğu için Çamaş’a gitmemizle dönmemiz bir oluyor. Akşamüzeri Fatsa’ya döndüğümüzde Bisikletliler Derneği Fatsa temsilcisi Erkan Yurttaş’la da görüşüyoruz. Onunla da bir süre bisiklet üzerine sohbet ettikten sonra yol hikayelerimi yazmak için bilgisayarımın başına geçiyorum.
Ben kendimi kaptırmış yol hikayelerimi yazarken telefonum çalıyor. Arayan Habertürk’ün Spor Müdürü Erdem Erol. Erdem abi yolculuğum hakkında benimle telefonda yaklaşık bir saat röportaj yapıyor ve aynı gece yaptığı röportajı hemen yayına koyuyor. Erdem abi sağ olsun iki günde bir mutlaka beni arayarak bir ihtiyacım var mı diye soruyor ve uzakta olmasına rağmen bana yardımcı olabilmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor ve yapıyor da…
Daha önce kendimi hiç bu kadar ölüme yakın hissetmemiştim!
Artık Fatsa’dan Ordu’ya gitme zamanı geliyor ve bisikletime binerek tekrar yollara düşüyorum. Ordu yolu düz görünmesine rağmen hafif bir eğim var. Bu eğimi ancak pedal çevirirken zorlandığınızda anlıyorsunuz. Ordu’ya girmek için yolumun üzerinde bulunan 3820 metre uzunluğundaki, Türkiye’nin en uzun tüneli Nefise Akçelik tünelini geçmem gerekiyor. En son Zonguldak’ta kısa bir tünele girmiştim ve ondan sonra karşıma hiç tünel çıkmamıştı. Bu tünele girmeden önce de kafamda Bolu Dağı tünelini canlandırıyorum. Kesin emniyet şeridi olan geniş bir tüneldir diye düşünüyorum. Ancak ilk hayal kırıklığını tünele vardığımda yaşıyorum. İki şeritli, emniyet şeridi olmayan ve beton mazgallarla yapılmış dar kaldırımı görünce bir korkuya kapılıyorum. Geri dönüşü olmadığı için mecburen o dar kaldırıma çıkarak pedal çevirmeye başlıyorum. Tünel içerisinde ilerledikçe nefes alış verişim değişiyor. Bana çarpacakmış gibi yakınımdan geçen araçlar, korna ve motor seslerinin tünel içinde yankılanarak dehşet bir gürültüye dönüşmesi bana ecel terleri döktürüyor. O an öyle bir korkuya kapılıyorum ki, artık bu tünelden çıkamayacağımı düşünmeye başlıyorum. Adrenalini en uçlarda yaşamak için Disneyland’da korku tüneline girmeye gerek yok, asıl gerçeğini Karadeniz Sahil Yolu boyunca gireceğiniz tünellerde fazlasıyla yaşarsınız. Eğer şanslı ve dikkatliyseniz diliniz bir karış dışarıda, yüzünüz sararmış ve yarı baygın bir halde kendinizi dışarı atarsınız…
O korku tünelini geçtikten sonra yokuş aşağı pedal çevirerek Ordu’ya giriyorum. Yerli halkın onurlu direnişiyle Karadeniz Sahil Yolu’nun geçemediği ve doğal yapısını koruyan tek il olan Ordu’yu görünce tünelde yaşadığım o korkuyu sineye çekiyorum. Bir de Ordu denince herkesin aklına şu meşhur ‘’Ordunun dereleri’’ adlı türkü gelir. Ben yukarı doğru akan bir dere görmüyorum, daha doğrusu aşağı akacak dere bile kalmamış. Çünkü HES’lerden dolayı dereler bir bir kuruyor. En son Meret Irmağı bundan nasibini almış ve dere yatakları binlerce balığa mezar olmuş…
Paraşütle Ordu semalarındayım
Ordu sahilindeki o güzelim parklarda gezinirken paraşütünü toplayan Hüseyin abiyle karşılaşıyorum. Hüseyin abi uzaktan bakıldığında yeni iniş yapan bir paraşütçü gibi görünüyor ancak yanına gittiğimde paraşütü kontrol etmek için açtığını söylüyor. O paraşütü toplarken ben de gökyüzüne bakarak keşke ben de uçabilseydim diye bir iç geçiriyorum. Kendi kendime ‘’ulan paraşütçü adam yanında, böyle iç geçireceğine sorsana ona belki seni de uçurur’’ diyorum ve Hüseyin abiye ben de uçmak istediğimi söylüyorum. O da, ‘’Barış adında bir arkadaşım var yeni aldıkları paraşütü denemek için yarın bir uçuş gerçekleştirecekler ve kendilerine bir kurban arıyorlardı. Eğer o kurban sen olmak istiyorsan Barış’a söylerim seni yarın uçurur’’ diyor. O böyle söyleyince benim korkacağımı ve kabul etmeyeceğimi sanıyor ama ben hiç tereddüt etmeden ‘’O kurban ben olmak istiyorum’’ diyerek uçmak istediğimi yineliyorum. O da, ‘’peki, bunu sen istedin’’ diyerek Barış’ı arıyor ve Barış da yarın hava şartları uygun olduğunda beni uçuracağının sözünü veriyor. Biz Hüseyin abiyle çayımızı içerken benim Ordu’da olduğumu öğrenen gazeteciler cemiyeti başkanı Recep Aydın arıyor. Yarım saat sonra Recep Bey yanında Ordu’daki yerel gazetecilerle birlikte gelip beni bulunduğum parktan alıyorlar. Etrafımda bir anda onlarca gazeteci ve televizyoncu toplanıyor ve hepsine ayrı ayrı röportaj veriyorum. Ordu’da o kadar gazeteciyi bir arada görünce şaşırıyorum. Daha sonra Recep Bey’den Ordu’da 300’e yakın sigortalı gazeteci olduğunu öğrenince donup kalıyorum. Neyse, o gece Recep Aydın beni misafir ediyor. Ertesi sabah onunla birlikte önce şehir merkezini geziyoruz ardından Boztepe’ye çıkıp Ordu’yu yukardan izliyoruz. Öğlene doğru Barış’la şehir merkezinde buluşup paraşütle uçmak için tekrar Boztepe’ye çıkıyoruz. Hava uçmak için müsait ama gökyüzündeki kara bulutlar rengini denize verdiği için deniz hafif koyu görünüyor. İlk defa paraşütle uçacağım ve bu yüzden biraz da heyecanlıyım. Hayatında hiç uçmamış ve tecrübesi olmayan bir adamı elbette tek başına uçurmayacakları için bana Barış eşlik ediyor ve iki kişilik paraşütü uçuşa hazır hale getiriyoruz. Barış bana pilotluk yapacak ve o ne derse ben de ona uymak zorundayım. Son hazırlıklarımızı yaptıktan sonra Barış’ın koş komutuyla Boztepe’deki yamaçtan aşağı doğru koşmaya başlıyoruz ve bir anda ayaklarımız yerden kesiliyor. Ayaklarım yerden kesiliyor ama ‘’tamam oturabilirsin’’ komutu gelene kadar ben hala hava boşluğunda koşmaya çalışıyorum. Gökyüzünde kuşlar gibi süzülüp uçmanın zevkini yaklaşık 15 dakika kadar yaşıyorum. Bu kısa zamanda bir taraftan fotoğraflar çekiyorum bir taraftan da ayaklarımın altında olan o muhteşem güzelliği izleyip uçmanın keyfini çıkarıyorum. Yere indikten sonra hadi bir kere daha deneyelim demek istiyorum ancak gitme vaktimin çoktan geldiğini fark ediyorum. Bana bu duyguyu yaşattığı için Barış’a teşekkür edip Ordu’dan ayrılıyorum.
Günler öncesinden hiç tanımadığım biri sürekli telefonla arayarak Giresun’un Görele ilçesine geldiğimde beni mutlaka misafir etmek istediğini söylüyor. Onun ses tonundaki samimiyetine güvenerek ben de Görele’ye gittiğimde onun misafiri olacağıma söz veriyorum. Ama önce Giresun merkezde Şırnak’ta birlikte askerlik yaptığım asker arkadaşım Seçkin Çamcı’yla buluşuyoruz. İki asker arkadaşı askerden sonra ilk defa görüşüyorlarsa muhabbetin içeriği genel olarak askerlik anıları olur. Biz de gece geç saatlere kadar askerlik anılarımızı anlatıp durduk. Bu anıların başkaları tarafından dinlenildiğinde ne kadar sıkıcı olduğunu biliyorum. Rahat olun size de anlatıp kafanızı şişirmeyeceğim ve Giresun’dan çıkıp yol hikâyelerime devam ediyorum…
Şiddetli yağmur ve üst üste patlayan tekerlek
Giresun’dan Görele’ye giderken hava gayet açık ve güneşliydi. Ancak Espiye’ye vardığımda Karadeniz üzerinde gelen kara bulutları görünce bir petrol istasyonunda durup denizin çok uzaklardan bulutlarla birlikte dalgalanarak gelişini fotoğraflamak istiyorum. Önce bisikletimi petrol istasyonundaki çalışanlara bırakıyorum ardından sahile giderek fotoğraflar çekiyorum. Yola devam etmek için bisikletime bineceğim sırada petrol çalışanları en geç 20 dakika içerisinde yağmur yağacağını ve gitmememi tembihliyorlar. Onlar bu bulutları ve yağmurları iyi tanıyorlar hatta içlerinden biri Rusya’dan gelen bu yağmurlar için Putin yağmurları diyor. Çok geçmeden tıpkı onların dediği gibi ‘’Putin Yağmurları’’ yağmaya başlıyor. Ohh be! iyi ki yola çıkmadım, yoksa asfaltta bisiklet süren balığa dönecektim. Yaklaşık üç saat boyunca yağmurun dinmesini bekliyorum ama yağmur şiddetini arttırarak yağmaya devam ediyor. Bu bekleyiş esnasında petrol çalışanları bana yemek verip geceyi de orada geçirmemi istiyorlar. Ancak Görele’de bekleyenlerim olduğu için yağmur dinmese bile karanlığa kalmadan yola devam etmeye karar veriyorum ve bisikletimin yanına gittiğimde arka tekerleğin patladığını görüyorum. Haydaaa! al başına belayı. Hemen tekerleği söküp patlağı yamaladıktan sonra yağmurluğumu giyinip Görele’ye doğru pedal çevirmeye başlıyorum. Yağmur o kadar çok yağıyor ki, giyindiğim yağmurluğun zerre kadar faydası olmuyor ve tepeden tırnağa sırılsıklam oluyorum. Bir süre sonra karşıma çıkan bir çay bahçesine kendimi atıyorum. Orada da yarım saat bekliyorum ama yağmurun dineceği yok. Madem ıslanmışım, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın deyip tekrar bisikletime binerek yola devam ediyorum. Birkaç km daha gittikten sonra hiç sevmediğim o uzunca tünellerden birini görünce seviniyorum. Allah’tan hava yağmurlu olduğu için öyle yoğun bir araç trafiği de yok, bu nedenle tünelden çok da fazla korkmadan rahatça geçiyorum. Dışarı çıktığımda ise gördüğüm manzara karşısında şok oluyorum. Çünkü benim iflahımı kesen yağmurun zerresi bu tarafa yağmamış. Çabucak üzerimdeki yağmurluğu çıkarıp, var gücümle pedallara asılarak Tirebolu’yu geçiyorum. Görele’ye 5 km varken arka tekerleğim yine patlıyor. ‘’ulan sırası mıydı şimdi’’ deyip tekerleği söküyorum ve kocaman bir yırtığı olan iç lastiği yenisiyle değiştirip yola devam ediyorum. Biraz sonra telefonum çalıyor, arayan kişi beni misafir edecek olan Cüneyt ve arkadaşları. Onlar da beni merak etmişler ve arabayla karşılamaya geleceklerini, tam olarak nerede olduğumu soruyorlar. Koordinatlarımı bildirdikten beş dakika sonra onlarla buluşup nihayet iftar vakti Görele’ye giriyoruz.
Sis Dağı’nda sis yağmur olup başımıza yağıyor
Yolda ne badireler atlattığım her halimden belli oluyor. Önce Cüneyt’in çalıştığı internet cafeye gidip Görele MTB Ekibi’nden Alper, Yusuf, Adem, Serdar, Serkan ve diğerleriyle tanışıyorum. Ardından Pideci Yusuf’un benim için hazırladığı nefis Görele pidelerini yiyoruz ve Cüneyt’in evine geçiyoruz. Duşumu alıp üzerimi değiştirdikten sonra bir çay bahçesinde oturup diğer arkadaşlarla da görüşüyoruz ve yarın sis dağına gitmek için planlarımızı yapıp evlere dağılıyoruz. Ertesi sabah erkenden uyanıp kahvaltımızı yaparak Sis Dağı’na çıkmak için son hazırlıklarımızı yapıyoruz ve Serdar’ın arabasıyla yola koyuluyoruz. Önce Şalpazarı sonra diğer köyler ardından yavaş yavaş Sis Dağı’nın zirvesine doğru çıkıyoruz. Sis Dağı’nı; gökyüzü masmavi, bulutlar ayağımın altında diye hayal ediyordum ama ne hikmetse biz oraya vardığımız gibi o sis yağmur oldu başımıza yağdı. Bu da yetmezmiş gibi arabanın da tekerleği patladı. O kadar şanslıyız ki arabadaki kriko da kısa gelmesin mi? Hemen organize olup arabayı kendi gücümüzle kaldırıyoruz ve patlayan tekerleği değiştirmeyi başarıyoruz. Bisikletin selesinde oturmaktan yorulan kıçım yumuşak bir yere oturunca anında uykumu getiriyor. Sis Dağı’ndan aşağı nasıl indiğimizi hatırlamıyorum, öylece arabada uyuya kalmışım. İlçe merkezine geldiğimizde beni uyandırıyorlar ve çarşıdan mangal yapmak için malzemelerimizi alıp sahile giderek mangal keyfi yapıyoruz. Görele’de kaldığım iki gün boyunca beni misafir edip, dostluklarını, ekmeklerini, evlerini paylaşan bu arkadaşlarla vedalaşıp Trabzon’a doğru yola çıkıyorum…
Aksilikler peşimi bırakmıyor!
Aksilik bu ya, Trabzon’a giderken Vakfıkebir’e 5 km kala bisikletimin arka tekerleği tekrar patlıyor. Görele’de pompam kırıldığından dolayı patlayan tekerleği maalesef onaramıyorum ve yoldan geçen araçlara beni en yakın yerleşim yerine götürmeleri için otostop yapıyorum. Tabi otostop yaptığım araçların bisikletimi alabilecek bir arka kasası olması gerekiyor. El kaldırdığım ilk dört araç hızlarını bile düşürmeden yanımdan hızla geçiyorlar. Nihayet bir yük minibüsü duruyor ve bisikletimi bindirerek Vakfıkebir’deki bir bisikletçiye gidiyoruz. Tekerleği söküp iç lastiği çıkardığımda üç ayrı yerden patladığını görüyorum. Bu kadar fazla patlak vermesinin nedeni ise dış lastiğin iç tarafına giren küçük tel parçacıklarıymış. Dış lastiği temizleyip, iç lastiği de onardıktan sonra Trabzon’a doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Pedal çevirirken açlıktan bacaklarımın güçsüz düştüğünü hissedebiliyorum. Bir yerlerden atıştıracak bir şeyler bulmam gerekiyor ancak herkes oruçlu, kimden nasıl yiyecek isteyebilirim ki? En iyisi kendimi Trabzon’a atayım zaten Öznur’un babası Adil amca beni almaya gelecek, eve gittiğimizde ise Aysel teyzenin yaptığı nefis yemekleri büyük bir iştahla mideye indiririm diye düşünürken yol kenarında kocaman bir incir ağacına gözüme ilişiyor. Hemen bisikletimi emniyet şeridindeki bariyerlere yaslayıp o incir ağacına doğru koşuyorum. Mevsim tam da incir mevsimi, ağaçtaki sulu ve koyu renkli incirlerin her biri ‘’beni ye, beni ye’’ diye birbirleriyle yarışıyorlar sanki. Affeder miyim hiç, dalından taze taze koparıp, büyük bir iştahla indiriyorum mideye incirleri. Açlığımı biraz da olsa yatıştırdıktan sonra Trabzon’a kadar hiç durmadan asılıyorum pedallara.
Trabzon’daki ailem
Şehir merkezine vardığımda Adil amcayla buluşup Karakaya köyüne gidiyoruz. Eve vardığımızda bizi Aysel teyze, Öznur ve Toprak kapıda karşılıyor. Öznur’u önceki yazılarımdan da tanıyorsunuz. Aslen Trabzon’lu olmasına rağmen doğma büyüme İstanbul’ludur ve benim en yakın arkadaşlarımdan biridir. Karakaya köyünde evleri ve fındık bahçeleri var. Adil amca, Aysel teyzeyi ve diğer çocuklarını da alarak iki ayda bir mutlaka buraya kafa dinlemeye gelirler. Şansıma ben Trabzon’a giderken onlarda orada olduğu için Trabzon’da kaldığım sürece onların misafiri oluyorum.
Sümela Manastırı’nda Türk hat sanatıyla yazılan isimler ve şiirler
Karadeniz Bölgesi’nde çektiğim fotoğraflarla düzenleyeceğim serginin ön hazırlıklarını yapmalıyım. Bu yüzden en az bir hafta Trabzon’da kalarak bu işlerimi halletmem gerekiyor. Hafta sonu ve zafer bayramı tatilleri araya girdiği için resmi işlerime ancak üç gün sonra başlayabiliyorum. Bu üç gün ise Trabzon’u gezip tanıyabilmem için bana bir fırsat oluyor. İlk olarak Öznur’la Sümela manastırına gitmek istiyoruz ancak sabah geç uyandığımızdan dolayı şehir merkezine indiğimizde manastıra giden arabayı kaçırıyoruz. Biz de sahildeki bir çay bahçesine inip birer kahve içiyoruz. Bu sırada uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımın da Trabzon’da olduğunu hatırlıyorum ve telefonla arayarak onu oturduğumuz çay bahçesine çağırıyorum. O günü akşama kadar ben Öznur ve Sena birlikte geçiriyoruz. Ertesi gün biraz erken uyanıp Sümela manastırına gidiyoruz. Trabzon’a yolu düşen herkesin mutlaka görmesi gerektiği bu manastır, Trabzon'un Maçka ilçesine bağlı Altındere Milli Parkı sınırları içerisindedir. Milattan sonra 4. yüzyılda 2 rahip tarafından inşaasına başlanmış ve tarihin birçok döneminde değişik eklentiler yapılarak şekli değiştirilmiştir. Sümela Manastırı Meryem Ana Deresi’nden 300 metre yukarıda vadiye hakim ve dik bir tepe üzerindeki kayalıklar oyularak inşa edilmiştir. Bu oyularak inşa edilen hali sadece içerideki tapınak ve çevresindeki birkaç ufak yapıyı kapsamaktaymış. 9. Yüzyıldan sonra zamanla büyüyen bu yapı 72 oda ve büyük bir kütüphaneye sahip bir manastıra dönüşmüştür. Sümela Manastırı Ortodokslar için kutsal bir mekandır ve buraya gelenler hacı olduklarına inanıyorlar. Ne yazık ki tarihi değerlerimize sahip çıkmadığımız için bu yapı da tahrip edilmiş duvarlarındaki freskler sökülmüş hatta 20. Yüzyılın Türk hat sanatıyla duvarlarına isimler ve aşk şiirleri yazılmış… 40 yıldır devam eden restorasyon çalışmalarından dolayı sadece yüzde onu ziyaret edilebiliyor. Muhteşem bir manzarası olan manastırdan aşağı inerken Meryem Ana Deresi’nin sesiyle de insanın içini tatlı bir huzur kaplıyor…
Başımdaki buff ve sakallarımla özdeşleşmişim!
Öğleden sonra şehir merkezine döndüğümüzde dinlenmek için bir kafede oturuyoruz. Biz Öznur’la oturmuş kahvelerimizi içerken beni tanıyan iki genç yanımıza yaklaşarak selam veriyor. Onları da masamıza davet edip sohbete devam ediyoruz. Bu defa başka biri daha gelerek, ‘’Hasan Söylemez hoş geldin, seni sakalından ve başına taktığın buff’dan tanıdım.’’ Diyor. Geçtiğimiz hafta bana gelen bir mailde şöyle yazıyordu:’’ Trabzon’a geliş tarihinizi söylerseniz size bir sürpriz yapabiliriz. Sinek Kafe Trabzon’’ Tesadüf bu ya, farkında olmadan davet edildiğim o kafede oturuyoruz ve yanımıza gelen kişi de beni davet eden kafenin sahibi Tuncay Akçair. Onu da aramıza alıyoruz ve gece geç saatlere kadar süren matrak muhabbetlerle kendimizden geçiyoruz. Sonraki günler Tuncay’ın eşi Elife ve yeni doğan bebekleri Uzay’la da tanışıyoruz. Bize gösterdikleri sıcak ilgi için onlara buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.
Sergi hazırlıkları
Hafta içi mesai başladığında ise çok yoğun bir koşuşturma içerisinde açacağım sergi için görüşmelere başlıyorum. Önce Vali Recep Kızılcık’la görüşüp sergi için yer tahsisi talebinde bulunuyorum. Sağ olsun beni kırmıyor ve hem Trabzon Sanat Evi’ni kullanabileceğimi hem de her konuda destek vereceğini belirtiyor. Sonra Vali Kızılcık ve balıkçılarla birlikte denize açılıp Vira Bismillah diyerek balık avlama sezonunu başlatıyoruz. Ertesi gün fotoğrafların baskısını yapacağımız Vizyon Bilgi İletişim Ürünleri şirketinden Fahri Gümüştekin’le görüşüyoruz. O sırada yanımıza Forum Trabzon’un halkla ilişkiler uzmanı Esma Sezeroğlu da geliyor. Esma hanım projemi duyunca hemen fotoğraf baskılarının sponsorluğunu üstleniyor ve sergiyi Forum Trabzon’da devam ettirebileceğimi söylüyor. Onun bu jestine tabii ki hayır diyecek değilim. 25 Eylül’de Trabzon Sanat Evi’nde açılacak olan serginin 10 gün sonra Forum Trabzon’da devam etmesine karar veriyoruz. Diğer günlerde yine koşuşturmalar ve görüşmelerle geçiyor. Oradaki işlerimi hallettikten sonra sergi gelirlerini bağışlayacağım Kansere Umut Vakfı Başkanı Mehmet Öktem’i arayarak müjdeyi veriyorum. Mehmet Bey’in telefonda ne kadar duygulandığını ve sesinin titrediğini hissedebiliyordum. Son olarak Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ergun Ata ve diğer gazetecilerinde katılımıyla bir basın toplantısı düzenleyip serginin duyurusunu yapıyoruz.
Bu yoğun tempodan sonra artık Trabzon’dan ayrılıp Karadeniz turumu tamamlamak üzere yola çıkmanın vakti geliyor. Aysel teyzenin sıcak yemekleri, adil amcanın hoş sohbetleri, Toprak’ın oyunları ve Öznur’un yakın ilgisiyle bulduğum aile sıcaklığını arkamda bırakarak, yağmurlu havada Rize’ye pedal basıyorum…
Not 1: Fotoğraf sergisi 25 Eylül 2010 saat 13:30’da Trabzon Sanat Evi’nde açılacaktır. Bu sergiye herkes davetlidir.
Not 2: Karadeniz Bölgesi’ni tamamlayıp Ardahan’a kadar geldim. Yol hikayelerimi biraz gecikmeli de olsa paylaşmaya devam edeceğim. Ardahan’da bisikletimi bırakıp sergi için otobüsle Trabzon’a gidiyorum, sergiden sonra tekrar otobüsle Ardahan’a dönüp kaldığım yerden pedallara asılıyorum.
Not 3: Nerede olduğum ve ne yaptığımla ilgili güncel bilgileri http://twitter.com/hasansoylemez ve www.hasansoylemez.com adreslerinden takip edebilirsiniz.

Abc
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Hasan Söylemez gelirlerini kanser hastalarına bağışlayacağı ilk fotoğraf sergisini açıyor.

Şu ana kadar 2000 km yol katetmiş olan Hasan 75 günü geride bırakırken şimdi projesinin en vurucu noktalarından birini gerçekleştirmek için Trabzon'da hazırlıklar yapmakta.Karadeniz Bölgesinin Çernobil faciasından sonra kanser hastalığının en sık görüldüğü bölgelerden biri olduğuna dikkat çekmek ve bunu unutan insanlara hatırlatmak amacıyla 25 Eylül 2010 Cumartesi günü saat 13:30'da Trabzon Sanat Evi'nde ardından Forum Trabzon Alışveriş Merkezi'nde sergilenecek olan 'Bisikletle Parasız 10.000 km Türkiye Turu ''Karadeniz'' Fotoğraf Sergisi isimli ilk fotoğraf sergisini açacak.Fotoğrafların satışından elde edilecek geliri de geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden arkadaşı Levent Kılıç anısına Kansere Umut Vakfı'na bağışlayacak.

Trabzon'da olan pedalcılarımızın Hasan'ı yalnız bırakmayıp serginin açılışına katılacağına eminim..
Bizler de Hasan'ı tebriklerimizle yalnız bırakmayız sanırım..

Sevgiler,saygılar..
Ebru
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yol hikayeleri 9 - 10. ve 11. hafta

Şiddetli yağmurlar ve hastalık!

Doğu Karadeniz, Karadeniz Bölgesi’nin en dağlık, en fazla yağış alan ve nem oranının en yüksek olduğu bölümüdür. Gazete ve televizyonlarda bu bölgedeki aşırı yağışlardan dolayı meydana gelen sel ve heyelanların bölge halkına ne kadar zarar verdiğini görmüş ve okumuşuzdur. Burada yağmur dinsin de yoluma devam edeyim deme şansınız yoktur. Şayet yağmurun dinmesini bekleyeceğim diyorsanız günleri ve haftaları gözden çıkarmanız gerekiyor. Doğu Karadeniz’de bunları yaşayacağımı bildiğimden dolayı Trabzon’dan Rize’ye gideceğim gün yağan yağmura aldırış etmeden yağmurluğumu giyinip yola çıkmaya karar veriyorum. Trabzon’da kaldığım bir hafta boyunca beni evlerinde misafir eden Öznur, babası Adil Amca ve annesi Aysel Teyze Trabzon’un çıkışına kadar bana arabalarıyla eşlik edip yolcu ediyorlar. Karadeniz’in hırçın dalgaları kayalıkları döverken çıkan sesin ritmi ve yağan yağmurun hoşurtusuyla oluşan melodiye kendimi kaptırmış pedal çevirirken bir petrol istasyonunun önünde gelişimi videoya kaydeden birini fark ediyorum. Biraz daha yaklaştığımda bu kişinin Sinek Kafe’nin sahibi Tuncay Akçair olduğunu anlıyorum. Tuncay fanatik bir Trabzonspor taraftarıdır. Beni Trabzon’un çıkışında beklemesinin çok anlamlı bir nedeni var. Yanında getirdiği poşeti açıp içinden bir Trabzonspor atkısı çıkararak bana uzatıyor ve bu atkıyı gördüğüm ilk Trabzonsporlu çocuğa vermemi istiyor. Onun bu talebini seve seve yerine getireceğime söz veriyorum ve o atkıyı özenle katlayıp çantama koyduktan sonra Rize’ye doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Yağmur gittikçe şiddetini artırıyor, giyindiğim yağmurluğun hiçbir etkisi olmadığı gibi yanımdan geçen araçların sıçrattığı suyla da sırılsıklam oluyorum. Gözlüğümün iç tarafı nefesimin sıcaklığıyla buharlaşırken dış tarafı da yağmur damlacıklarıyla kapanıp görmemi zorlaştırıyor. Asfalttaki su birikintilerine girdikçe hızım yavaşlıyor ve pedal çevirmek için daha fazla efor sarf etmem gerekiyor. Bir taraftan üşürken bir taraftan da kan ter içinde pedal çevirmeye çalışıyorum. Sürmene’’ye vardığımda bir dinlenme tesisine girip soluklanıyorum. Tesis çalışanları ve müşterilerin bana acıyarak baktıklarını hissedince ben de kendi halime gülüyorum. Bana ikram edilen bir bardak sıcak çayı içtikten sonra vakit kaybetmeden tekrar bisikletime binip, yağmura meydan okurcasına, ıslak asfaltı eze eze pedal çeviriyorum. Of, İyidere, Derepazarı derken 35 km hiç durmadan, yağmur altında pedal çevirip nihayet Rize’ye varıyorum. Rize merkezde yağmur şiddetini düşürmüş hafifçe serpiştiriyor, ben ise soğuktan tir tir titremeye başlıyorum. Birkaç hafta önce Rize’deki sel felaketinin verdiği korkuyla da dışarıda çadır kuramayacağımı biliyorum. Böyle zor durumlarda kaldığım zaman mecburen kamu kurum ve kuruluşlardan yardım istiyorum. Belediyeye giderek basın ve halkla ilişkiler müdürü Fahrettin Bey’le görüşüp kalacak yer konusunda yardımcı olmalarını istiyorum. Sağ olsun bana bir otelde yer ayırttırıyor. Otelde üzerime yapışan elbiseleri çıkartıp duş aldıktan sonra uyumak için yatağa geçiyorum. Ancak gün boyunca yağmur altında ıslandığımdan dolayı hafiften üşüyorum ve ara ara öksürüyorum. Sabaha kadar öksürmelerim ve üşümem bir türlü geçmiyor. Sabah uyandığımda sesimin kısıldığını ve tir tir titrediğimi fark ediyorum. Camdan dışarı baktığımda yağmurun devam ettiğini görünce tekrar yatağa dönüp battaniyenin altına girerek ısınmaya çalışıyorum. O gün akşama kadar otelden çıkmıyorum. Ertesi gün hava biraz açınca çıkıp çarşıda biraz dolaşıyorum. Biraz sonra telefonum çalıyor, arayan Amasra’da Barış Akarsu’nun evinde tanıştığım Hasan Güçlü.


Hasan benim Rize’de olduğumu öğrenmiş ve kendi köylerinde misafir etmek istediğini söylüyor. Öğleden sonra Hasan’la buluşuyoruz ancak onun evi Çayeli’ne bağlı Çilingir Köyü’nde olduğu için ve ben hasta bir halde pedal çeviremediğim için o gün köye gitmiyoruz. Birlikte Rize Kalesi’ni gezdikten sonra ertesi gün onların köyüne gideceğime söz verip Hasan’ı yolcu ediyorum. Akşam yemeğini belediyenin kurduğu iftar çadırında yiyip otele dönüyorum. İlk yardım çantamdan vitamin ve soğuk algınlığına iyi gelen ilaçlarımı da içip uyuyorum.

‘’Rize’de haftada iki defa yağmur yağar biri üç gün, diğeri dört gün sürer.’’

Biliyorsunuz Rize denince akla ilk gelen şey çaydır. Türkiye’deki çay üretimin neredeyse tamamı Rize’de yapılıyor. Trabzon’un Of ilçesinden Rize’ye girdiğiniz andan itibaren gördüğünüz yeşilliklerin hepsi çaylıklardır. Biz çay bahçesi diyoruz fakat orada yaşayanlar çay yetiştirdikleri alanlara çaylık diyorlar. Şehir merkezi ve yol kenarlarında onlarca çay fabrikasına rastlamak mümkün. Zaten Rize sınırları içerisinde bulunduğunuz sürece fabrikalarda işlenen çayın o ıslak kokusunu hemen hissedersiniz. Çay, bol yağış ve nem ister. Rize çay yetiştiriciliği için en ideal yerdir. Gökyüzünde kara bulutların olmadığı anlara rastlamak çok nadirdir. Hemen hemen her gün yağmur yağar. Hatta Rize’liler buna karşı çıkıp derler ki; ‘’Rize’de haftada iki defa yağmur yağar biri üç gün, diğeri dört gün sürer.’’ İnsanları da pratik zekalı ve çok komikler. Aslında çok ciddiler. İşte komik olan ise onlarla yaşadığınız komik olaylardaki ciddiyetleridir. Duyduğunuz Karadeniz fıkralarının çoğu Trabzon ve Rize’de geçer. Şiveleri ise ilçeden ilçeye, köyden köye değişir. Yüksek sesle konuşurlar ama siz bir şey anlamazsınız. Alfabedeki C ve U harflerini o kadar çok kullanırlar ki, bu harflerin Rize’li olduğunu sanırsınız. İftar çadırında yemek yerken kendi aralarında yüksek sesle konuşan bir gruba kulak misafiri oldum. İçlerinden biri ce-ci-cu diyor, diğerleri kahkalara boğuluyor. Yahu bunlar ne konuşuyor ne anlatıyor diye biraz daha kulak kabartıyorum ama ce-ci-cu’dan başka hiçbir şey anlamıyorum. Kesinlikle onların böyle konuşmasını yadırgamıyorum aksine güzel ülkemin çeşitliliğini gördüğüm için gurur duyuyorum.

Sel ve heyelanlardaki ölümler bölge halkının kaderi değil!

Neyse Çayeli’nde Hasan’la buluşmak üzere Rize’den yola çıkacağım sırada otelin önünde gördüğüm Erdem adında bir çocuğa Tuncay’ın bana emanet ettiği Trabzonspor atkısını veriyorum… Önceki gün bir çay firmasının genel müdüründen çay fabrikasında çekim yapmak için de izin istemiştim. Yolumun üzerinde o çay fabrikasına uğrayıp, çayın nasıl işlenip sofralara hazır bir hale getirilişini de fotoğraflıyorum. Ardından üç hafta önce sel ve heyelan felaketiyle 13 kişinin hayatını kaybettiği Gündoğdu ilçesine giriyorum. Aradan üç hafta geçmesine rağmen sel felaketinin en derin izlerini hala görebiliyorsunuz. Yıkılan evler, toprakla birlikte kayıp giden çay bahçeleri, çamurlar içindeki ev eşyaları ve o eşyaları ve evlerini çamurdan temizleyeme çalışan sel mağdurları… Maden ocaklarındaki göçüklerde ve grizu patlamalarındaki ölümler nasıl madencilerin kaderi değilse, Türkiye’nin en bol yağış alan bölgesindeki sel ve heyelanlardaki ölümler de o bölge halkının kaderi değil. Bütün bunlar yeterli önlem alınmadığından kaynaklanıyor…
Ateşim yüksek ve sürekli öksürüyorum!

Çayeli’nde Hasan’la buluşup Çilingir Köyü’ne gidiyoruz. Çay bahçelerinde tulum eşliğinde horon tepilecek ve ben de onları fotoğraflayacaktım. Ne yazık ki kapalı hava buna müsaade etmiyor ve çok geçmeden tekrar yağmur yağmaya başlıyor. Hasan’ın annesinin pişirdiği lezzetli yemekleri yiyip geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Sabah uyandığımızda tulumlu horonlu fotoğraf çekmek için havanın müsait olmadığını görünce artık çekimden vazgeçiyoruz ve ben Ardeşen’e doğru yağmurlu havada pedal çevirmeye devam ediyorum. Ardeşen’e vardığımda ayakta duracak halim kalmıyor. Sürekli öksürüyor, ateşimin yükseldiğini hissediyorum. Doktorumla telefonda görüştüğümde ilaçlarımı düzenli bir şekilde içip en az bir hafta dinlenmem gerektiğini söylüyor. Tanıdıklar vasıtasıyla Ardeşen’de üç gün öğretmen evinde kalıp hastalığımın geçmesini bekliyorum. Ancak ne havalar düzeliyor ne de benim hastalığım geçiyor. Dışarı çıkıp fotoğraf bile çekemiyorum. Öğretmen evinde tıkanıp kalmak canımı sıkınca daha fazla dayanamayıp bayram arifesinde bisikletime binerek yine yağmurlu havada Artvin’in Arhavi ilçesine geçiyorum.

Gürkan Genç’i duymuşsunuzdur. O da bisikletin bir ulaşım aracı olarak kullanılabileceğine dikkat çekmek için 3 Nisan’da Samsun’dan Japonya’ya gitmek için tek başına bisikletiyle yola çıkmıştı. Bana mail atmış eğer Arhavi’ye gidersem akrabalarını ziyaret etmemi, beni göreceklerine çok sevineceklerini söylemişti. Ben de Arhavi’de onun akrabalarını ziyaret ediyorum. Benim parasız gezdiğimi duyduklarında cebime para bile koymaya kalkışıyorlar ancak bunu kabul etmiyorum. Benimle çok yakından ilgilenip karnımı doyurduktan sonra yolcu ediyorlar.

Hopa’da kalacak yer bulamayınca yağmur altında bir o yana bir bu yana dolanıp duruyorum!

Öğleden sonra Hopa’ya vardığımda ilçe merkezinde bisikletimle birkaç tur atıyorum. Burada özellikle birkaç gün kalmak istiyorum. Çünkü Kazım Koyuncu’nun mezarını ziyaret etmek ve ailesiyle tanışmak istiyorum. Sarp Sınır Kapısı’nda çekim yapmak, bayramın nasıl bir havada geçtiğini görmek istiyorum. Ancak Hopa’da kalacak bir yer bulamıyorum. Yağmur her zamanki gibi çadır kurmama izin vermiyor, çarşıda bir o yana bir bu yana dolanıp duruyorum. Birkaç otele gidip çalışma karşılığında uyumam için yer vermelerini istiyorum kabul etmiyorlar. Ne yapacağımı şaşırmış ve çaresiz bir vaziyette kara kara düşünürken basın danışmanlığımı yapan Ebru Satır’ı, müzisyen olan yakın dostum Volkan Doğan Kayıkçı’yı ve Habertürk’ün spor müdürü Erdem Erol’u arıyorum. Üçü de on dakika sonra seni ararız deyip bana kalacak yer bulmaya çalışıyorlar. İlk arayan Erdem abi oluyor. Hopa’daki Doğu Matbaası’nın sahibi ve gazeteci Yüksel Yeğin’in beni misafir etmek için beklediğini söylüyor. Sonra Ebru arıyor o da arkadaşıyla görüşmüş ailesinin beni misafir edebileceğini ama köylerinin 20 km uzakta olduğunu söylüyor. Son olarak Doğan arıyor o da Kazım Koyuncu’nun kardeşi Niyazi’yle görüşmüş fakat ailesinin şehir dışında olduğunu döndüklerinde beni misafir edebileceklerini söylüyor. O an en mantıklı olan Erdem abinin önerisi oluyor. Çünkü hava kararmış ve benim acilen sığınacak bir yere geçmem gerekiyor. Hemen Doğu Matbaası’na gidip Yüksel Yeğin’le buluşuyorum ve iki gün onun misafiri oluyorum…

Gürcistan’a pasaportsuz kaçak giriş yapıyorum!

Bayramın ilk günü hava biraz açınca bisikletime binerek Sarp Sınır Kapısı’na doğru yola çıkıyorum. Hep televizyonlarda görmeye alışık olduğumuz sınır kapılarındaki kilometrelerce uzunluğundaki tır kuyruklarıyla karşılaşıyorum. Bayramı aileleriyle geçirmeleri gereken aile babalarının ekmek parası için günlerce bu kuyruklarda bekleyişlerine şahit oluyorum. Kimisi şoför mahallinde başını ellerinin arasına almış uykulu gözlerle sıranın kendisine gelmesini beklerken, kimisi de tünelin içinde iskemlesini kurmuş, tırın ön tekerleklerinin yanındaki küçük bagajı sehpa yaparak yemek pişirmek için sebze doğruyor. Tır katarlarını geçip sınır kapısına ulaştığımda Gürcistan’a girmek için sıra bekleyenlerin sadece tır şoförleri olmadığını anlıyorum. Yüzlerce kişi ellerinde pasaportları sıranın bir an önce kendilerine gelmelerini sabırsızlıkla bekliyorlar. Kapı o kadar kalabalık ki güvenlik görevlileri bu kalabalık kitleyi düzgün sıraya koymak için güçlük çekiyorlar. Madem buraya kadar gelmişim o halde bir ayağım Türkiye’de bir ayağım Gürcistan’da sınırın tam ortasında bir fotoğraf çekileyim diyorum. Fakat yanımda pasaportum olmadığı için bunu yapmamın imkansız olduğunu da biliyorum. Ne yapıp edip karşıya geçmem gerekiyor diyorum ve o kargaşadan yararlanıp birinci kapıyı çaktırmadan geçiyorum. İkinci kapıya vardığımda yine kalabalığın arasından bir şekilde sıyrılıp geçiyorum. Evet, artık üçüncü kapıya geliyorum. Bu kapıyı geçtiğim anda Gürcistan sınırlarına girmiş olacağım. Yalnız burayı geçmem biraz zor, çünkü güvenlik görevlisi sayısı fazla ve onların dalgın olduğu bir anı yakalamam gerekiyor. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; sınır kapısında fotoğraf çekmek yasak. Elinizde fotoğraf makinasının olduğunu gördükleri anda hemen uyarıyorlar. Ben de makinamı çantamdan henüz çıkarmamışım. Bir anda güvenlik görevlisinin dalgınlığında faydalanıp bisikletimin pedallarını hızlı bir hareketle çeviriyorum ve o üçüncü kapıyı geçerek Gürcistan sınırlarına giriyorum. Henüz elimi çantama atıp makinamı çıkarmadan güvenlik görevlisine yakalanıyorum. Heyecandan kalbim küt küt atarken bakın aramızda nasıl bir diyalog geçiyor.

- Heyy!

- Efendim!

- Türk müsün?

- Evet.

- Pasaport?

- Abi pasaport yok.

- Nasıl pasaport yok, ne işin var burada, nasıl geldin buraya kadar?

- Abi gözünü seveyim bak İstanbul’dan buraya bisikletle geldim. Şuracıkta bir fotoğraf çekilip çıkacam.

- Lan manyak mısın sen, hem pasaport yok hem de fotoğraf çekip çıkacam diyorsun.

- Abi gözünün yağını yiyim, sadece bir fotoğraf.

- (kolumdan tutup çekerek) gel lan buraya.

- Abi fotoğraf, sınır, ka…

- Bak hala fotoğraf diyor.

- Abi fot…

- (beni zorla geri çekerek) başımı belaya mı sokacan lan! S.tir git buradan.

- ....

- Bla bla bla…

Sıra bekleyen pasaportlu vatandaşların şaşkın bakışları arasında saniyeler içerisinde yaka paça sınır dışı ediliyorum. Sınırın tam orta yerinde fotoğraf çekilemiyorum ancak bisikletimle sınırları aştığım için kendimle gereksiz! bir gurur duyarak kapıdan biraz uzak bir yerde fotoğraf çekiliyorum…

Kimi seversek erken terk ediyor bizi

Sarp Sınır Kapısı’ndan Kazım Koyuncu’nun doğduğu ve mezarının bulunduğu Hopa’ya bağlı Sugören köyüne gidiyorum. Köylüler Kazım’ın annesi ve babasının yaşadığı evi gösteriyorlar. Ancak evde kimse olmadığı için oradaki bir köy kahvehanesinde oturup bekliyorum. Kazım Koyuncu’yu hepiniz tanıyorsunuzdur. Tanımasanız bile vapurda, otobüste, markette, sokakta herhangi bir yerde mutlaka bir şarkısını, türküsünü dinlemişsinizdir. O da Çernobilin azizliğine uğramış her Karadenizli gibi talihsizdi. Televizyon ekranlarında çay içen, yabancıların radyasyonlu diye almadığı; elde kalan fındıkları okullarda dağıtanların kurbanı oldu. Bu memleketin en yeşil dağlarının, en kara bulutlarının, en deli dalgaların çocuklarının kalbine, nefesine, içtikleri suya zehirli ellerle dokunanların kurbanı. Kazım gibi nice çocuklarını yitirdi Karadeniz ve biz sadece arkalarından onların gidişlerine baktık. Buradaki ölümler ansızın bastıran bir yağmur gibi, kendince vakti gelen bir ölüm değil, ağır bir cinayettir. Ve hala bu cinayetler için temeller kazılıyor Karadeniz’de, doğa yok ediliyor, canlılar ölüyor biz ise sadece izliyoruz. Yükseltemiyoruz sesimizi, engel olamıyoruz bunlara… Oysa hepimizden daha umutluydu Kazım, dünyanın pisliğine karşı; gitarıyla, şarkılarıyla, duruşuyla en güzel ‘’hayır’’ diyen oydu. İçimizden biriydi. Sadece Karadenizlileri değil, farklı yörelerden, başka kültürlerden insanları bile bir araya getirebilecek kadar koca bir yüreği olan şair ceketli çocuktu Kazım. Bir yumruk gibi boğazımda düğümleniyor kelimeler, ellerimin titremesine engel olamıyorum onu anlatırken. Işık, umut, sevgi, güzel olan her şey vardı onda. Ama kimi sevsek erken terk ediyor bizi. Ölüm sana hiç yakışmadı be Kazım, vay ‘’ölüm sen ölesin’’

‘’Aradan beş yıl geçti alışamadık yokluğuna’’

Köy kahvehanesinde Kazım’ın abisi Hüseyin Koyuncu’yla buluşup Kazım’ın mezarına gidiyoruz. Akşam’da Hüseyin abi beni evine götürüyor. Annesi ve babası geç geldiği için o akşam onları göremiyorum. Ertesi sabah Cavit amca ve Hüsniye teyzeyi evlerinde ziyaret ederek ellerini öpüp bayramlarını kutluyorum. Hüsniye teyze oğlunun odasını gösteriyor bana, aldığı ödüller, okuduğu kitaplar, giyindiği kıyafetler ona ait ne varsa duruyor odasında. Evin duvarları Kazım Koyuncu fotoğraflarıyla süslü. Hüsniye teyze; ‘’Aradan beş yıl geçti alışamadık yokluğuna, fotoğrafları ve eşyalarıyla avunmaya çalışıyorum ama olmuyor, yüreğime oturuyor her şey’’ diyor. Cavit amca ise oğlunun verdiği toplumsal mücadelelerden bahsediyor, sokak çocuklarını anlatıyor. ‘’Geri kalmış ülkelerin en büyük sorunlarından biri sokaklarda zayi olan çocuklardır. Bizim çocuklarımızdır onlar, ne büyük ızdıraplar çekiyorlar sokaklarda ama kimse bilmiyor. Bu çocuklara devletin sahip çıkması lazım. Benim canım nasıl Kazım için yanıyorsa aynı zamanda onlar içinde yanıyor.’’ Diyor.

Cavit amca ve Hüsniye teyze her fırsatta oğullarının mezarını ziyarete gidiyorlar. Bugün ben de onlarla birlikte bir kez daha Yeşilköy’deki anıt mezara gidiyorum. Yüksek bir yerde, doğayla iç içe, muhteşem manzarası olan yemyeşil bir yerde yatıyor Kazım. Birlikte dualar okuyoruz onun için, huzur içinde uyumasını diliyoruz tanrıdan. Annesi özenle yabani otları koparıyor mezarın üzerinden, arada şefkatle okşuyor mezar taşını, sonra etrafı kontrol ediyor dağınık bir şey var mı diye. Ziyaretçisi çok olur Kazım’ın yine taze karanfiller bırakılmış toprağın üzerine. Mezardan ayrılırken Cavit amca ve Hüsniye teyze her zaman yaptıkları şeyi yapıyorlar ve son kez dokunuyorlar duvarda asılı olan oğullarının fotoğrafına…

Şehir tabelası var ama şehir görünmüyor!

Artık Hopa’dan ayrılmanın vakti geliyor. Kazım Koyuncu’nun ailesiyle vedalaşıp Artvin’in Borçka ilçesine doğru bisikletimle yol almaya devam ediyorum. En son Sinop’tan Samsun’a giderken yüksek rakımlı dağlardan ve rampalardan geçmiştim. Hopa’dan sonraki yollarım yine eskisi gibi dar virajlı ve rampalı olacak. İlk olarak 690 rakımlı Cankurtaran Geçidini tırmanıyorum. Uzun zamandır deniz seviyesinde pedal çevirdiğim için bir anda bu tırmanışı yapmam beni çok yoruyor. Ancak zirveye ulaştığımda Borçka’ya kadar neredeyse hiç pedal çevirmeden gidiyorum. Geceyi Borçka’da geçirmek istiyorum ancak Borçka Emniyetine uğradığımda burada çadır kuramazsın denilince Artvin’e geçmek zorunda kalıyorum. Sağ tarafımda Çoruh nehrini takip ederek akşam karanlığında Artvin tabelasına varıyorum. Tabelayı görüyorum fakat şehri göremiyorum. Allah Allah! Bu tabelayı yanlış yere mi dikmişler diye düşünüp etrafa bakınca gökyüzündeki yıldızların bu kadar yakın ve çok ışık verdiğini de ilk defa görüyorum. Yolda karşılaştığım insanlara Artvin’in nerede olduğunu sorduğumda bana yukarda yıldızlara benzettiğim ışıkların şehrin ışıkları olduğunu söylüyorlar. Adamlar dağın başında kale gibi bir şehir kurmuşlar. 6 km’lik virajlı ve dik yolları tırmandıktan sonra akşam 10 gibi şehir merkezine varıyorum. Oradaki insanlara nerede çadır kurabileceğimi soruyorum, onlar da bana; ‘’en az 7 km daha tırmanınca çadır kurulabilecek kamp alanına ulaşabilirsin’’ diyorlar. O saatte ve o yorgunlukta değil 7 km, 7 metre bile pedal çevirebilecek takatim kalmıyor ve gördüğüm ilk parka çadır kurmak istiyorum. O sırada yanıma bir kaç adam yaklaşıyor ve ne yapmaya çalıştığımı öğrenmek istiyorlar. Ben de burada çadır kurmak istiyorum diyorum. İçlerinden biri havanın soğuk olması ve güvenlik açısından çadır kurmamın uygun olmayacağını belirtip otelde kalmamın daha iyi olacağını tembihliyor. Ben de üzerimde hiç para olmadığını söyleyince içlerinden biri diğerlerine dönerek; ‘’bunu öğretmen evine götürün benim gönderdiğimi söyleyin para almasınlar’’ diyor. Bu takım elbiseli, kravatlı adamın kim olduğunu öğretmen evinde kaydım yapılınca öğreniyorum. Meğer bu adam DİSK’in Artvin bölge temsilcisi Selim Bilgin imiş. Rize taraflarında yediğim yağmurdan dolayı aldığım soğuk algınlığı henüz geçmediği için iki gün hiç dışarı çıkmadan Artvin öğretmen evinde dinleniyorum.

Artvin genellikle Livane ve Çoruh adıyla bilinir. İl nüfusunun çoğunluğunu Kıpkaç Türkleri ve sırasıyla Gürcü ve Lazlar oluşturur. Artvin’de Karadeniz ve Kafkas kültürü hakimdir. Kafkas kültürü Kıpkaç Türklerinde ve kısmen Gürcülerde vardır. Karadeniz kültürü ise Laz, Hemşinli ve Gürcülerde vardır. Mısır unu yaygın kullanılır. Ayrıca kıyıda hamsinin her çeşidi tüketilir. Kara lahana Artvin’de özellikle Gürcü ve Lazlarda vazgeçilmez bir üründür. Yöresel çalgılar; tulum, akordeon ve Karadeniz kemençesidir. Artvin yöresinde adı Artvin Barı olan ancak Atatürk’e ithafen adı Atabarı olarak değiştirilen halk oyunu Artvin ile özdeşleşmiştir. Artvin’in simgesi boğadır. Her yıl geleneksel boğa güreşleri festivali yapılır. Artvin’deki Kafkasor yaylasında düzenlenen Kafkasor Festivali ise bunların içinde en ünlüsüdür.


Dağ başında susuz kalınınca ne yapılır?

Artvin’den doğu illerine gidebilmek için tırmanılması gereken 15 km’lik bir Varyant yokuşu var. Yokuşlarda bisikletle en fazla 7 km hız yapılabiliyor. Zaten normal bir insanın yürüme hızı saatte 5-7 km arasında değişiyor. Ha bisiklete bindin ha yürüyerek gittin hiç fark etmiyor. Ancak yük fazla olduğu için bisikleti iterek gitmeye kalkışıldığında yürüme hızı da saatte 3 km’ye kadar düşebiliyor. Bacak kaslarınızdan duman çıkana kadar pedal basıp tırmanmaktan başka alternatifiniz yoktur. Varyant’ı tırmanırken çabuk yorulup çok da fazla su tükettiğim için daha yolun yarısına bile gelmeden mataramdaki bütün suları içiyorum. Dağ başında ne bir ev, ne petrol istasyonu, ne de bir dinlenme tesisi var. Yol kenarında susuz nasıl gideceğim diye kara kara düşünürken gelen yolcu otobüsünü gördüğümde kafamda bir ampul yanıyor. El etsem durmayacağını biliyorum, konuşmadan derdimi şoföre ancak işaretlerle anlatabilirdim ve sol elime matarayı alıp sağ elimle de su içme hareketi yaparak gelen otobüsün durup bana paket paket tek içimlik su vermesini sağlıyorum. Dinlenerek ve yavaş gittiğim için Varyant’ı 3.5 saatte tırmanarak bitiyorum. Varyant’ı tırmanırken sağ tarafta 251 metre yüksekliğiyle Türkiye’nin en yüksek dünyanın ise en yüksek altıncı barajı olan Deriner barajını görebilirsiniz.

Şavşat’ta karşılıksız arsasını vermek isteyen aile!

Bir kere bile pedal çevirmeye gerek duymadan Varyant yokuşundan Şavşat ve Erzurum yol ayrımına kadar iniyorum. Buradan Şavşat yoluna sapıp çok da fazla eğimli olmayan yolu takip ederek akşama doğru Şavşat’a varıyorum. Yalnız Şavşat da tıpkı Artvin gibi bir dağın yamacında olduğu için orada da 5 km’lik bir rampayı tırmanmak zorundayım. Yine nefes nefese rampayı tırmanırken yanımda bir pikap duruyor. Şoför arabanın benim tarafıma bakan camını indirip şöyle sesleniyor:

- How are you today?

- Eyvallah abi, yorgunum valla!

- Are you ok?

- Abi seninle Türkçe konuşuyorum.

- Where are you from?

- Türkiye, Muş Muşşş

- Neeeeeeeeeeeeyyyy! Muş mu?

- He ya, Muş

- Vay senin canını yiyim, ben de 15 yıl Muş’ta kaldım ha!

- Valla mı? Sen de Muş’lu musun?

- Yoo ben Şavşatlıyım ama orada çok kaldık.

- Hmm

- Dur bisikletini arabaya bindirelim, bırakmam seni bu akşam misafirimsin.

Emrah Uzun babasının memuriyetinden dolayı ailesiyle 15 yıl Muş’ta yaşamış. Kendisi 1987 yılından beri kickbox ile uğraşırken aynı zamanda İstanbul’da diş hekimliği yapıyor. Bugüne kadar sayısız maçlarda milli forma giyerek Türkiye’yi temsil etmiş ve onlarca kupa ve madalya almış. Şu an hem diş hekimliği hem de hakemlik yapıyor. Şavşat’a gelmesinin nedeni de Cevizli köyünde yaşayan annesine yeni bir ev yapıp rahat etmesini sağlamak. Bisikletimi pikapın arkasına bindirip Cevizli köyüne gidiyoruz. Yaşlı annesi misafir geldiğini görünce hemen yiyecek bir şeyler hazırlıyor. Bir de Muş’lu olduğumu öğrenince beni el üstünde tutuyor. Yaşadıkları köy o kadar güzel bir yer ki, insan ömrünün sonuna kadar burada yaşamak ister. Orada bir gün kalmayı planlıyordum ancak Emrah ve annesi beni bırakmadıkları için iki gün kalıyorum. Hatta Emrah’ın annesi bana karşılığında hiç para vs. istemeden arsa vermek istiyor ama ben kabul etmiyorum. Çünkü bir şartı var. ‘’Eğer evlenirsen ve burada ev yapıp bana komşuluk yapacaksan o zaman sana arsa veririm.’’ diyor. Onların bu sıcak ilgisi karşısında mahcup olmamak elde değil. Ama maalesef yerleşik hayata geçmem biraz zor olduğu için oradaki arsaya da sahip olamayacağım…

Karadeniz Bölgesini 2799 rakımlı Sahara Dağını tırmandıktan sonra bitiriyorum

Şavşat, Karadeniz Bölgesinin en son ilçesidir. Şavşat ve Ardahan arasındaki 2799 rakımlı Sahara Dağı’nı tırmandıktan sonra Karadeniz Bölgesi’ni bitirmiş oluyorum. Bu dağ öyle kolay aşılacak bir dağ değil. Eğim bazı yerlerde yüzde 50-60 gibi görünüyor. Şavşat rampası haricinde 23 km tırmanış yapıldıktan sonra ancak Zirve’ye ulaşılabiliyor. Eğer zirveye ulaşırsam bisiklet yolculuğumun en büyük tırmanış rekorunu kırmış olacağım. Bütün cesaretimi toplayıp vitesi bire attıktan sonra pedal çevirmeye başlıyorum. Dediğim gibi eğim fazla olduğu için pedal çevirmek büyük bir işkenceye dönüşüyor. Her 100 metrede bir bisikletten inip biraz nefes aldıktan sonra tekrar pedal çevirerek yol almaya başlıyorum. Molalarımdaki mesafeleri arttırabilmek için bacak kaslarımın alışması gerekiyor. 100 metrede bir verdiğim molaları önce 150 metre sonra yavaş yavaş 300 metreye kadar çıkarıyorum. Yolda Emrah abinin bana aldığı bisküviler ve çikolataları yiyerek enerji biriktirip tekrar pedallara asılıyorum. Üç saatlik bir tırmanıştan sonra yol üstünde alabalık tesisleri bulunan Laşet Restaurant’a bir mola daha veriyorum. Gelen bisikletliyi gören restaurant çalışanları yanıma gelerek hoş geldin diyorlar ve beni bahçeye davet ederek yemek ve çay ikram ediyorlar. Benim gibi parasız, hatta binlerce km yolu yürüyerek giden turistler de buraya uğradıkları için Laşet çalışanları ve yetkilileri beni gördüklerine çok da şaşırmıyorlar ve ellerinden geldiği kadarıyla yardımcı olmaya çalışıyorlar. Yemeği de yedikten sonra biriken enerjimi pedallara enjekte edip tırmanışa devam ediyorum. Bu arada Sahara Dağı’ndan önce iki dağ daha var o dağları tırmandıktan sonra Sahara’ya tırmanılıyor. Tabii bu dağlar Sahara’nın yanında tepe gibi göründüğü için onları da Sahara’ya dahil edip tek dağ diye bahsediyorum. Yolda kaynak sularına çok fazla rastladığımdan dolayı su sıkıntısı çekmiyorum. Gelen geçen arabalar beni görünce korna çalarak destek veriyorlar. Nihayet toplamda molalarla birlikte sekiz saatlik bir tırmanıştan sonra zirveye ulaşıyorum. Sahara Dağı’nın yarısı Karadeniz Bölgesine diğer yarısı ise Doğu Anadolu Bölgesine ait. Zaten bunu zirveye çıktığınızda anlayabilirsiniz. Çünkü dağın bir tarafı yemyeşil iken diğer tarafı çöl gibi sapsarıdır. Bir anda iklimin değiştiğini gözle görebilirsiniz. Ardahan’ın rakımı 1800 olduğu için Sahara’dan iniş çok da fazla uzun sürmüyor. Karadeniz Bölgesini 75 günde 2000 km pedal çevirerek tamamlamanın haklı gururunu yaşıyorum. Artık bisikletimi Ardahan’da bırakıp Trabzon’a otobüsle dönerek Bisikletle Parasız 10.000 km Türkiye Turu ve Türkiye Fotoğrafları ‘’Karadeniz’’ sergisini açmanın vakti geliyor. Ebru Satır’ın önceden telefonla yaptığı görüşmeler sonucu bisikletimi Ardahan Gençlik Spor İl Müdürlüğü’ne bağlı bir spor salonuna bırakıyorum. Aynı zamanda ben de bu spor salonunda üç gece kalıyorum.

Projem ilk meyvesini veriyor

Yolculuğumun 11. Haftasının tamamı ise Trabzon’da sergi hazırlıklarıyla geçiyor. Öznur yine her zamanki gibi İstanbul’dan gelerek koşuşturmalarımda bana yardımcı oluyor. Bisikletle parasız pulsuz yol gitmek yaptığım diğer işler kadar zor değil. Zihinsel yorgunluk fiziksel yorgunluktan her zaman daha zor ve ağırdır. Bir de hepsini bir arada yapmaya çalıştığımı düşünün ve neler çektiğimi artık siz tahmin edin…

Sergiden bir gün önce çok güzel bir sürprizle de karşılaşıyorum. Abim Mehmet Söylemez’in geleceğinden haberim yokken bir anda onu karşımda görüyorum. Onun gelişi ve ailemin desteğini bir kez daha yanımda hissetmem beni çok duygulandırıyor. Sergi gelirlerini bağışlayacağım Kansere Umut Vakfı’nın başkanı Mehmet Öktem ve sergi boyunca oradaki misafirlerle ilgilenecek olan Kenan’da sergi günü sabah uçağıyla İstanbul’dan geliyorlar. 25 Eylül Cumartesi günü saat 13:30’da Trabzon Sanat Evi’nde Trabzon Valisi Dr. Recep Kızılcık, Belediye Başkanı Dr Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, Trabzonspor yönetim kurulu üyesi Ergin Aydın, çevre illerden gelen yol hikayelerimin kahramanları ve çok sayıda sanatseverin katılımıyla serginin açılışını yapıyoruz. Açılışta Trabzonspor yönetim kurulu üyesi Ergin Aydın benim için özel yaptırdığı bir Trabzonspor forması hediye ediyor. Samsun’un Yakakent ilçesinde fahri hemşeri olduktan sonra Trabzon’da da fahri Trabzonsporlu oluyorum. Yardım edip misafirperverliğini gösterdiği için Karadeniz halkına buradan bir kez daha gönülden teşekkür ediyorum…

Not 1: Havaların bir anda değişmesinden sonra Doğu Anadolu Bölgesi’nin sert ve soğuk kışına yakalanmamak için bu bölgeyi çok çabuk geçmem gerekiyordu. Bu nedenle yazılara fazla vakit ayıramadım. Şu an Şırnak’tayım ve toplamda 3400 km yol katettim. Yol hikayelerimi 3 hafta geriden takip ediyorsunuz. Fırsat buldukça aradaki bu farkı daraltmaya çalışacağım. Yanımda olmasanız bile bu yolculuğu benimle birlikte yaptığınız için hepinize teşekkür ediyorum.

Levent Kılıç anısına…

Karadeniz fotoğrafları slayt gösterisi

http://vimeo.com/16066075

Hasan20sylemez20fotoraf20sergisi
 

Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Hasan Söylemez'in,‎4 Ocak 2011 Salı günü Antalya'da Akdeniz Üniversitesi Olbia A salonunda söyleşisi varmış....
 



Ynt: Gazeteci Hasan Söylemez`den bisikletle 10.000 km katedeceği Türkiye turu

Yol hikayeleri 12. ve 13. hafta

‘’Burada hava sıcaklığı insanların sıcaklığıyla ters orantılıdır’’

Karadeniz bölgesini Sahara Dağı’nın diğer yarısıyla birlikte arkamda bırakıp tamamen farklı bir iklimi, kültürü ve yaşantısı olan Doğu Anadolu Bölgesine, Ardahan’a geçiyorum. Ardahan 1800 rakımıyla Doğu Anadolu Bölgesinin en yüksek rakımlı ve en soğuk illerinden biridir. Zaten Sahara Dağı’ndan aşağıya inmeniz çok da uzun sürmez. Bulutlar hemen tepenizin üzerindedir. Etrafta gözünüzün alabildiğince geniş olan otlaklarda otlayan atları, sığırları ve kazları görürsünüz. Kura nehri şehrin içinden yılan gibi kıvrılarak geçer. Bölgenin tek geçim kaynağının büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ve meracılık olduğunu söyleyebiliriz. Ardahan bölge itibariyle soğuk, elverişsiz iklimi ve işsizliğin de olması nedeniyle dışarıya çok göç vermiştir. Tabelada kent merkezinin nüfusu 17.000’dir. Ardahan pek çok etnik yapıyı da bir arada barındırır. İl genelinin nüfusunu; Türkler, Kürtler, Terekemeler, Ahıskalılar, Türkmenler ve yerliler oluşturur. Burada hava sıcaklığı insanların sıcaklığıyla ters orantılıdır. Kime selam verirseniz bir bardak çay içirmeden sizi göndermez. Güler yüzlüler ve onlarla konuşurken gözlerinde parlayan ışık içinizi ısıtır…

Ardahan’da gençlik spor müdürlüğüne bağlı bir kapalı spor salonunda üç gün kalıyorum. Yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımı orada çalışan personeller karşılıyor. Onlar kendilerine ne pişiriyorlarsa beni de ortak ediyorlar aşlarına. Bazen melemen, bazen nohut, bazen de tavuk pişiriyorlar. Ama her şeyden önemlisi bu yemekleri yüreklerinin ateşinde ısıtıp servis ediyorlar sofraya. Bu yüzden daha lezzetli oluyor o yemekler…

İneklerin otladığı meralarda golf oynayan çocuklar

Bu spor salonunda kalırken sıra dışı ve ilginç bir olaya da şahit oluyorum. Bulunduğum odanın camından dışarıdaki meraları ve o meralarda otlayan inekleri izlerken gözüme bir grup çocuk ilişiyor. Bu çocuklar ellerindeki sopalarla bir çeşit oyun oynuyorlar. Biraz daha dikkatle izlediğim zaman oynadıkları oyunu golfe benzetiyorum. Aramızda uzak bir mesafe olduğu için nasıl oynadıklarını net göremiyorum. En iyisi fotoğraf makinamın zoom’unu kullanarak ne yaptıklarını daha iyi anlarım diyorum ve bu defa fotoğraf makinasından onları izlemeye başlıyorum. Çocukları 560 mm lensle yakınlaştırarak izlemeye başladığımda gözlerime inanamıyorum. Çünkü çocukların ellerindeki sopalar gerçek golf sopaları ve vurdukları top ise gerçek golf topları. İneklerin otladığı o alanda ise topları atacakları bayraklar var. Zengin sporu diye bildiğimiz golfün böyle bir yerde hem de çocuklar tarafından oynanması gözlerimi fal taşı gibi açıyor. Hemen kendimi dışarı atıp onlara doğru koşuyorum. Yanlarına vardığımda gördüklerim karşısında bir kez daha ters köşeye yatıyorum. Çünkü golf oynamak için gereken bütün ekipmanlara sahip olan bu çocuklar, ineklerin otladığı bu merayı golf sahasına çevirmişler. Bir taraftan inekler otlarken bir taraftan da onlar golf oynuyorlar. Bir süre şaşkınlıkla o çocukları seyrediyorum. Daha sonra onları çalıştıran antrenör Tarkan İli’nin yanına gidip işin aslının ne olduğunu öğreniyorum. Meğer bu çocuklar golfü profesyonel olarak oynuyorlarmış. Turnuvalarda Ardahan’a defalarca Türkiye şampiyonluğu ve dereceler kazandırmışlar. Golf oynamayı bu meralarda çok zor şartlar altında öğrenip elde ettikleri başarıları duyunca onlara hayran kalıyorum. En büyükleri 17 yaşında olan bu çocuklar her gün buraya gelip antrenman yapıyorlarmış. Bu sporun sadece parası olan zenginler tarafından oynanmadığına, paranın ne kadar değersiz olduğuna bir kez daha şahit oluyorum…

Sinekler ve böceklerle yarışa giriyorum

Sabah hazırlığımı yapıp Ardahan’dan Çıldıra gitmek için yola koyuluyorum. Şehir merkezinde birkaç kişiye hangi yolu kullanarak Çıldıra gideceğimi soruyorum. İnsanlara yol dışında her zaman ikinci bir soru daha soruyorum. Bu soru da ‘’Çok rampa var mı?’’ Evet, bu ikinci soru birinci soruyla artık bütünleşmiş bir durumda. Aldığım cevaplara göre yol rampasız olsa bile bilinçaltımı çok rampa varmış gibi hazırlıyorum. Bazen iki tane dik rampa var diyorlar ve ben yol boyunca karşıma çıkacak olan o iki dik rampayı bekliyorum. Kafamda o iki dik rampayı o kadar büyütüyorum ki, Allah Allah! Nerede kaldı bu iki dik rampa derken o rampaları çoktan geçtiğimi fark ediyorum. Kendi kendimle çoğu zaman zihinsel oyunlar oynuyorum, ıslık çalıp avazım çıktığı kadar bağırarak şarkılar söylüyorum. Bazen rampa çıkarken hızım düştüğü için peşimden gelen sinekler ve böceklerle yarışa giriyorum. Alnımdan akan terin gözüme girmemesi için arada bir eldivenlerimle alnımdaki teri siliyorum. Uzun zamandır sinek ve böcek yutmamıştım ancak bugün o kadar çok sinek ve böcek yutuyorum ki neredeyse öğle yemeğine ihtiyacım bile kalmayacak. Rampa tırmanırken bir anda başımın etrafına üşüşen yüzlerce böcek sürüsü ağzımdan burnumdan içeri giriyor. Terli ve ıslak olduğum için küçük olan sinekler ise kamikaze yaparken kollarıma ve yüzüme yapışıyorlar. Bu bölgede küçük ve siyah sineklerin fazla olması çevredeki tezeklerden kaynaklanıyor…

Çoban köpekleri beni kovalarsa!

Yuttuğum sinekleri sindirdikten sonra yiyecek bir şeyler bulma ümidiyle yolumun üzerindeki Çıldır’a bağlı Eski Beyrahatun köyüne giriyorum. Köyün girişindeki köy bakkalının önünde meraklı gözlerle beni izleyen köylülerin yanında durup Selamün Aleyküm diyorum. Selamün Aleyküm’ü duyan köylülerin yüzündeki şaşkın ifadeyi giderebilmek için Türkçe konuşmaya devam ediyorum. Benim turist olmadığıma emin olduktan sonra gülümsemeye başlıyorlar. Bisikletimi bakkalın duvarına yaslayıp köylülerle bir süre sohbet ediyoruz. Bana çay ikram ediyorlar ve ben karnımın aç olduğunu söylediğimde hemen kahvaltılık bir şeyler hazırlıyorlar. Kimsin, necisin, nerelisin, nerden geldin nereye gidersin gibi klasik sorularına cevap veriyorum ardından köyü gezmek için yanlarından ayrılıyorum. Köy içerisinde dolaşırken beni kovalayan çoban köpeklerinden kurtulmak için bir evin bahçesine girip bisikletimi yere atarak ev sahibinin arkasında saklanmak için hızla koşuyorum. Ev sahibi köpekleri püskürttükten sonra bir bardak su ve bir bardak çay getirerek korkumu gidermeye çalışıyor. Ama köpekler hala rahat durmuyor gördükleri yabancıyı kendi bölgelerinden çıkarmak için habire havlayıp duruyorlar. Neyse bir süre sonra benden umudu kesip oradan ayrılıyorlar. Köpeklerden kaçarken bahçesine girdiğim ev halkıyla tanışıp fotoğraflarını çekince de iyi ki de köpekler beni kovalamış diyorum…

Havaların bir anda bu kadar soğuması beni ürkütüyor

Eski Beyrahatun köyündeki hareketli dakikalardan sonra Çıldır’a doğru pedal çevirmeye devam ediyorum. Rakım 2.000’lerde olduğu için güneş sanki daha yakın ve daha kavurucu. Oysa hava çok soğuk sadece güneş ışınları yakıyor. Akşamları ise hava sıcaklığı daha da düşüyor. Eğer sıcaklar böyle devam ederse ve ben Karadeniz’deki gibi oyalanırsam kışa yakalanmadan bu bölgeden çıkmam biraz zor görünüyor. Bu nedenle kar yağmadan ve doğunun şiddetli kışına yakalanmadan var gücümle pedal çevirmem gerekiyor. Doğruyu söylemek gerekirse havaların bir anda bu kadar soğuması beni ürkütüyor. Çünkü Muş’ta doğup büyüdüm ve bu bölgenin kışının ne kadar şiddetli olduğunu, yolların aylarca kapalı kaldığını biliyorum…

Meğer bana küfür eden kişi?

Akşam saatlerinde Çıldır’a varmak üzereyken Ardahan Vali Yardımcısı Ahmet Karatepe arıyor. Benim Ardahan’daki Kapalı Spor Salonunda kaldığımı ve oradan ayrılıp Çıldıra doğru gittiğimi öğrenince Çıldır’da öğretmen evinde konaklayabileceğimi söylüyor. Son dakikalarda karşıma çıkan bu tarz sürprizleri seviyorum. Eğer o aramasaydı soğuk havada ve akşam karanlığında çadır kuracağım güvenli bir yer bulma sıkıntısı yaşayacaktım. İlçe merkezine vardığımda ilk olarak karnımı doyurabileceğim bir yer arayışına giriyorum. Çarşıda gezerken bir kahvehanenin ikinci katından 25-30 yaş arası uzun saçlı bir gencin bana el kol hareketleri yaparak küfürler savurduğunu işitiyorum. Durup bir süre ona bakıyorum ama o hala küfür etmeye devam ediyor. ‘’İlçenize gelen her yabancıyı küfür ederek mi karşılıyorsunuz?’’ diye sorduğum anda kafasını içeri sokup ortadan kayboluyor. Çevredeki vatandaşlar bana edilen küfürleri duyunca o gence tepkilerini gösterip onun adına gelip benden özür diliyorlar. Meğer bana küfür eden kişi Çıldır’ın delisiymiş. Sadece bana değil önüne gelen herkese küfür ediyormuş. Bu yüzden ben de az önce yaşadıklarımı unutmaya karar veriyorum. Orada tanıştığım Atalay abi ise beni kendi kafesi olan Ağacan Cafe’ye götürerek akşam yemeğini ısmarlıyor. Atalay abiyle biraz sohbet ediyoruz. O da yıllarca gemilerde çalışmış ve dünyanın birçok ülkesini görme fırsatı yakalamış. En sonunda bütün her şeyi bir tarafa bırakıp memleketine yerleşmeye karar vermiş. Atalay abi; ’’ Bu topraklarda yaşadığım huzuru dünyanın hiçbir ülkesinde yaşayamadım’’ diyor… Ertesi gün sabah kahvaltısını da Atalay abiyle birlikte yapıp Çıldır’dan Kars’ın Arpaçay ilçesine doğru yola çıkıyorum.

Çıldır Gölünü görünce deniz görmüş gibi seviniyorum

Aslında Ardahan’dan Kars’a Çıldır’a uğramadan Susuz ilçesi üzerinden daha rahat gidilebilir. Ancak o yolu kullandığım takdirde Çıldır Gölünü görme şansım olmuyor. Bu nedenle yolu uzatıp Çıldır ve Arpaçay üzerinden Kars’a gidiyorum. Çıldır ilçesinden çıktıktan 5 km sonra göl görünmeye başlıyor. Deniz seviyesinden 1959 metre yükseklikte olan Çıldır Gölü, Doğu Anadolu Bölgesinin en büyük ikinci gölüdür. Yılın dört mevsiminde yapılan balıkçılık yöre halkı için önemli bir geçim kaynağıdır. Kışın buz tutan gölün üzerinde kayak yapıldığı gibi buz kırılarak balıkçılık da yapılıyor. Karadeniz’de görmeye alışık olduğum yeşili maalesef burada göremiyorum. Sonbahar mevsiminde olduğumuz için her taraf sap sarı çöl gibi görünüyor. Duyduğum kadarıyla yaz aylarında bu sarılık yerini yemyeşil otlaklara ve çiçeklere bırakıyor. Bir de gölün çevresindeki dağlarda bile bir tane ağaç yok. Bunun nedeni de sanırım rakımın yüksek olmasından kaynaklanıyor. Artvin’den sonra hiç deniz görmediğim için Çıldır Gölünü görünce deniz görmüş gibi seviniyorum. Karadeniz Bölgesinde deniz hep sol tarafımda kalırken bu defa Çıldır Gölü sağ tarafımda kalıyor. Deniz kenarında olduğumu hayal ederek bisikletimin pedallarını çevirirken göl kenarında balık tutan balıkçılar ve gölden su içen sığır sürüleri hayallerimdeki görselliğe farklı bir renk katıyorlar…

Hayal kurmak karın doyurmuyor!

Öğlen vakti karnımın acıktığını hissediyorum. Çıldır’dan çıktığımdan beri ne bir köy ne de bir ev görüyorum. Çantamda da açlığımı yatıştıracak bir şey yok. O an keşke oltam olsaydı da göl kenarında ben de balık tutsaydım diyorum. Tabi hayal kurmak karın doyurmuyor en iyisi pedallara daha sert asılıp en yakın köye biraz daha yaklaşmak. Ne kadar fazla pedal çevirirsem o kadar fazla terliyorum, doğal olarak su tüketimi de artınca mataramdaki suyu idareli kullanmak zorundayım. Allah’tan biraz sonra karşıma davarlarını otlatan bir çoban çıkıyor. Çoban beni görür görmez iki eliyle çayı karıştırıyormuş gibi bir işaret yaparak beni çay içmeye davet ediyor. Bisikletimi yol kenarında yere yatırıp çobanın yanına gidiyorum. Bohçasından çıkardığı plastik bardağa termostan sıcak bir çay koyup bana ikram eden çobanla biraz oturup yorgunluğumu atıyorum. Bohçasında sadece kendisine yetecek kadar yiyeceği ve içecek suyu olan çoban Ali onu da benimle paylaşmak istiyor. Ancak ona yetmez düşüncesiyle aç olmadığımı söyleyip teşekkür ediyorum. Bu yakınlarda köy yok mu diye sorduğumda ise ‘’şu tepeyi aştıktan sonra Doğruyol köyüne ulaşırsın’’ diyor. Ali’ye ikram ettiği çay için bir kez daha teşekkür edip yanından ayrılıyorum. Ali’nin gösterdiği tepeyi aştıktan sonra Doğruyol köyünün girişindeki askeriyeye uğrayıp içecek su istiyorum. Nizamiyede nöbet tutan asker telsizle komutanına bilgi veriyor. Beş dakika sonra elinde bir poşet ve bir bidon suyla yanımıza komutan geliyor. Bana suyla birlikte poşetin içerisindeki konserveleri ve meyveleri vererek; ‘’bu yakınlarda yiyecek satılan yer bulamazsın. Al bunları da yolda yersin’’ diyor. Oysa telsizle sadece su istemiştik demek benim aç olduğum komutanın içine doğmuş…

‘’Manyak mısın Kars’a bisikletle gidilir mi?’’

Göl kenarındaki taşların üzerinde oturup komutanın verdiği konservelerle karnımı bir güzel doyurup yola devam ediyorum. Arpaçay’a 10 km kala bir çeşmenin başında tuttukları balıkları yıkayıp temizleyen asfalt dökme işçilerine rastlıyorum. Onlar da el sallayarak gel çay iç diyorlar. Yanlarında taşıdıkları piknik tüpünün üzerinde kaynattıkları çay içimi ısıtıyor. Nereye gidiyorsun sorusuna Kars’a gidiyorum diye cevap verdiğimde ‘’Manyak mısın Kars’a bisikletle gidilir mi?’’ diye tepki gösteriyorlar. Ama İstanbul’dan geliyorum dediğimde ise bir anda yüz ifadeleri değişiyor ve yerlerinden kalkarak bisikletimi incelemeye başlıyorlar. Büyük bir şaşkınlıkla bisikletimi inceledikten sonra, ‘’Vallaha helal olsun biz arabayla bile gitmeye üşeniyoruz sen taaa oradan bisikletle geliyorsun’’ diyorlar. ‘’Peki, bu akşam nerede kalacaksın?’’ diye sorduklarında ‘’Ben de bilmiyorum sadece Arpaçay’da kalacağımı biliyorum’’ deyince hemen içlerinden Murat abi atılarak ‘’o halde biz seni misafir edelim’’ diyor. Diğerleri de Evet, Evet biz seni misafir edelim diyerek Murat abiyi destekliyorlar. Onlar arabayla ben bisikletle Arpaçay’a varıyoruz. Ben Murat abinin evinde kalacağımı düşünürken benim rahat edebilmem için TEİAŞ’ın misafirhanesinde telefonla bana yer ayırttıklarını öğreniyorum. Akşam yemeğini birlikte yedikten sonra beni misafirhaneye bırakıyorlar. Ertesi sabah ise onlar erkenden işe gittikleri için onlarla vedalaşamadan Arpaçay’dan ayrılıp Kars Merkeze doğru yol alıyorum…

Annemi özlüyorum

Arpaçay ve Kars arasındaki 45 km’lik yol boyunca yine etrafta hiç ağaç göremiyorum. Bazı yerlerde ayçiçeği ve yulaf tarlaları olmasına rağmen bölge genel olarak çorak topraklar ve otlaklarla kaplı. Gökyüzünde uçuşan yırtıcı ve büyük kuşları görünce insan ister istemez ürperiyor. Bir de havanın soğuk ve yağmurlu olması benim işimi daha da zorlaştırıyor. Hele bir kendimi Kars’a atayım bir çaresine bakarız deyip pedal çevirmeye devam ediyorum. Tabelası olmayan bir köyden geçerken burnuma gelen taze tandır ekmeği kokusunu duyunca bisikletimi kokunun geldiği yöne doğru sürüyorum. Bir evin bahçesinde otları patosa vurup saman yapan baba ve oğlun yanında durarak taze ekmek kokusunun buralardan geldiğini ve nerede yapıldığını soruyorum. Onlar da kendi tandırlarını gösterip tandıra kadar bana eşlik ediyorlar. Evin hanımı tandırdan yeni çıkardığı taze ekmekten bana verirken evin kızı da ekmeğe katık yapmam için yoğurt getiriyor. Bana ikram edilen taze tandır ekmeği ve yoğurdu yerken bir kez daha annemi özlediğimi hissediyorum. Ben Muş’ta yaşarken annem de tandır ekmeği yapardı. Biz de babamla birlikte bir tas yoğurdu alır tandıra giderek annemin pişireceği ekmeğin çıkmasını beklerdik. Annem pişen ekmeği çıkarınca önce üfler üzerine yapışan közü ve külü temizler ardından ‘’alın bakayım elinizi yakmadan sıcak sıcak yiyin’’ derdi… Tandır ekmeğinin tadı bir başkadır. Ne kadar yerseniz rahatsız etmez. Bir de yanında yoğurt olunca en kral yemekten daha kraldır…

Sekreterlikten kovulurcasına dışarı çıkartılıyorum

Yolda yemem için bana verilen tandır ekmeklerini bir poşete koyup çantama yerleştirdikten sonra tekrar demir atıma atlayıp yola devam ediyorum. İnişler, çıkışlar, tepeler derken yırtılan gökyüzünden yağan yağmurlarla birlikte Kars’a giriyorum. Şehir merkezlerinde her önünüze çıkan evin kapısını çalıp da ben tanrı misafiriyim deme ihtimaliniz çok düşüktür. Çünkü asayiş olaylarından dolayı güven sorunu vardır. Dilencisi ve dolandırıcısı çoktur. Kimse kolay kolay tanımadığı bir insanı evine almaz. Yağmurlu ve soğuk havada dışarıda kalmak hem sağlık açısından hem de güvenlik açısından iyi olmayacağı için köylerde ağanın, ilçelerde kaymakamın, il merkezlerinde ise valiliklerin misafiri olursunuz. Çünkü onlar kucaklarını daha geniş açabilirler, söz sahibidirler ve onların misafirperverliği halkının misafirperverliğini yansıtır. Ülkemiz dahil her devlette yurtdışından kaçak yollarla giriş yapan mültecilere bile sıcak bir çorba ve yatacak yer imkanı sağlanır… Ben de bu yağmurlu ve soğuk havada sığınabileceğim bir yer bulmaları için Kars Valiliğine gidiyorum. Durumumu oradakilere anlatıp bana yardımcı olmalarını istiyorum. Kars Valisi izinde olduğu için beni onun yerine bakan Vali Yardımcısına yönlendiriyorlar. Sekreterliğe gidip durumumu açıklayan bir yazı yazıyorum onlar da vali vekiline yazdığım yazıyı iletiyorlar. Ancak Vali Vekili ‘’ben bir şey yapamam ne hali varsa görsün’’ tarzında bir emir verdiği için sekreterlikten kovulurcasına dışarı çıkartılıyorum. Ben de Basın Halkla İlişkiler Müdürü Seyit Müçteba Erdem’e gidip başımdan geçenleri anlatıyorum. Bu defa Seyit Bey, Vali Vekiliyle görüşüyor. O da olumsuz bir yanıt alınca çaresiz oradan ayrılmak için ayağa kalkıyorum. Bu sırada Seyit Bey, ‘’Dur bir dakika, ben kendim sana yardımcı olacağım’’ deyip DSİ’nin misafirhanesinde bir gecelik yer ayırtıyor. Fakat o saatten sonra beni sarayda bile yatırsalar kabul etmek istemiyorum. Ancak Seyit Beyin iyi niyeti ve ısrarından sonra o geceyi DSİ’nin misafirhanesinde geçiriyorum. Ertesi gün yağmur şiddetini arttırarak devam ettiği için yine gidecek yerim yok ve kalacak yer sorunu yaşıyorum. Ne yapacağım diye kara kara düşünürken aklıma Gençlik Spor Genel Müdürlüğü Gençlik Daire Başkanı Adnan Gül geliyor. Onların hemen hemen her ilde misafirhaneleri olduğu için bana daha önce defalarca; ‘’gideceğin yerlerde bir evin var, bize önceden söyle sen gitmeden yerini ayıralım’’ demişlerdi. Ama ben planlı, programlı, kalacak yerimin belli olduğu bir yolculuk yapmak istemediğimden dolayı bunu kabul etmemiştim.

Son çare Adnan Gül’ü arayarak Kars’ta yaşadıklarımı anlatıyorum. Bana kızarak neden önceden haber vermediğimi söylüyor. Daha sonra Kars Gençlik Spor İl Müdürü Gürsel Polat’a talimat verip beni Kars’’taki sporcu öğrencilerin kaldığı bir yurda yerleştiriyorlar… Kars’ta kaldığım üç gün boyunca yağmur bir dakika olsun durmuyor ve ben adamakıllı ne dışarı çıkıp çekim yapabiliyorum ne de yoluma devam edebiliyorum. Üçüncü gün hava biraz açınca eşyalarımı toplayıp şehir merkezine gidiyorum. Kars kalesi ve çevresinde biraz çekim yaptıktan sonra 135 km uzaklıkta olan Iğdır’a gitmek üzere yola çıkıyorum.

Rüzgar yüzümü bıçak gibi kesiyor, parmaklarımı hohlayarak ısıtmaya çalışıyorum

İstanbul’dan yola çıktığım günden beri gün içerisinde en fazla 90 km yol gidiyordum. Ancak bugün 135 km yol gideceğim ve ilk 15 km. kesintisiz rampa tırmanmak zorundayım. Bu rampayı aştıktan sonra Iğdır’a kadar yokuş aşağı ineceğim söylenmişti. Eğer yollar anlatıldığı gibiyse 135 km’yi dinlenerek ve fotoğraf çekerek saatte 20 km ortalama hızla akşama kadar tamamlayabilirim. O halde haydi Bismillah deyip bisikletimin pedallarını çeviriyorum. Fakat daha 5 km gitmeden yağmur serpiştirmeye başlıyor. Bugün kar bile yağsa bu yolu bitirmeye kararlıyım ve yağmurluğumu giyinerek en zor kısım olan 15 km’lik rampayı tırmanıyorum. Yağmurluk su geçirmemesine rağmen sırılsıklam oluyorum. Çünkü yoğun bir efor sarf ettiğim için sürekli terliyorum ve bu ter dışarı çıkamayınca doğal olarak beni ıslatıyor. Neyse ki zirveye ulaştığımda yağmur diniyor. Yağmurluğumu çıkarıp ıslak elbiselerimi değiştirdikten sonra yokuş aşağı pedal çevirmeden inişe geçiyorum. Hava o kadar soğuk ki, rüzgar yüzümü bıçak gibi kesiyor. Bisiklet üzerindeyken üşüyen parmaklarımı ise ağzıma götürüp hohlayarak ısıtmaya çalışıyorum. Bu şekilde yola devam ederken önümdeki sis bulutlarını ve yağmuru görünce tekrar yağmurluğumu giyiniyorum. Beş dakika sonra ise önümdeki sis bulutları ve yağmurun içinde buluyorum kendimi. Yağmur o kadar şiddetli yağıyor ki parmaklarımın üzerine sert inişler yapan yağmur damlaları canımı acıtmaya başlıyor. Bufflarımdan iki tanesini elime ve parmaklarıma sarıp korunmaya çalışıyorum. Yağan yağmur yetmezmiş gibi bir de sis olunca görüş alanı 10 metreye kadar düşüyor. Gözlüğü çıkarsam gözlerimi açamayacağım, gözlüğümde araba camlarındaki gibi silecek de yok yağmur damlalarını sileyim bu yüzden görüş alanım daha da daralıyor. Dağ başında sığınabilecek ne büyük bir kaya ne de bir köy var, olsa bile sisten hiçbir şey görünmüyor. Gözü kapalı aşağı inerken bir çukura sert bir giriş yapıp yalpalıyorum. Gidon hakimiyetini zar zor sağlayıp frenlere yavaşça basarak duruyorum. Bisikletten inip arka tekere baktığımda ise patladığını görüyorum. Bütün aksilikler üst üste gelince bir bu eksikti o da oldu. Yağmur altında patlağı bulmaya çalışmak, onu yamalamak vs uğraşmak en az yarım saatimi alır. Bu nedenle yeni bir iç lastik takıp yola devam ediyorum. Biraz sonra arkamdan gelen traktör beni sollayınca göremediğim yoldan çıkmamak için Kars’ın Digor ilçesine kadar traktörü takip ediyorum. İlçe merkezine vardığımda karşıma çıkan ilk kahvehaneye giriyorum. O halde içeri girince bütün herkes dönüp bana bakıyor. Hemen kahvehanenin ortasında yanan odun sobasının başına gidip herkesin gözü önünde üzerimdeki ıslak elbiseleri, ayakkabılarımı ve çoraplarımı değiştiriyorum. Kahvehanecinin getirdiği ilk çayla içimi ısıtıyorum ikinci çayla ise öğrenci yurdunda bana verilen ekmek arası sandviçi yiyorum. Etrafımda toplanan meraklı kalabalığın sorularına cevap verdikten sonra tekrar bisiklete binip yola çıkıyorum. Digor’u yaklaşık 10 km geçince yağmur şiddetini azaltıp sis çekiliyor. Sol tarafımda kalan Ermenistan dağlarını ve köylerini izleyerek Iğdır’ın Tuzluca ilçesini de geçip akşam ezanında Iğdır Merkez’e varıyorum.

Yedisinden yetmişine herkesin bisiklet kullandığı şehir

Iğdır il sınırlarına girdikten itibaren görmeye başladığım ağaçlar bana biraz huzur veriyor. Zaten Iğdır’ın bir diğer ismi de Yeşil Iğdır’dır. Halkın geçim kaynağı büyük ölçüde tarıma dayanıyor. Aras Nehrinin suladığı Iğdır Ovasında genel olarak kayısı, elma, şeker pancarı, pamuk, karpuz ve domates gibi çeşitli sebze ve meyveler yetiştiriliyor. Ermenistan, Nahçıvan ve İran’la sınır komşusu olan Iğdır, dünyada üç ülkeyle sınırı olan tek şehirdir. Hatta il nüfusunun çoğunluğu Türkler, Kürtler ve Azerilerden oluşuyor. Havanın açık olduğu günlerde Ağrı Dağı Iğdır’ın her yerinden rahatlıkla görülebilir. Ancak orada kaldığım sürece açık havaya denk gelmediğim için ben bunu göremiyorum. Türkiye’de Konya’dan sonra bisiklet kullanımının en yoğun olduğu şehir de Iğdır’dır. Halk bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanmanın bilincine yıllar öncesinden varmış. Sokaklarda yedisinden yetmişine herkesin altında bisiklet görebilirsiniz. Ancak bisiklet yollarının olmayışı şehrin en büyük eksikliklerinden biridir. Ayrıca Türkiye’deki en iyi bisiklet firması olan Delta Bisiklet de burada doğmuştur…

İbrahim amcanın bisiklet sevdası Türkiye’nin gurur duyduğu bir markayı doğuruyor

İki gün önce bana kışlık malzemeler göndermesi için Delta Bisiklet’ten Ulaş Baydar’la görüştüğümde, ailesinin hala Iğdır’da yaşadığını ve oraya gittiğimde mutlaka abisini ve babasını görmemi söylemişti. Ben de Iğdır’a varır varmaz Ulaş’ın abisi Selam Baydar’ı arıyorum. Selam abi önce yorgunluğumu atmam için bir bardak çay ısmarlıyor ardından bir lokantaya götürüp iki buçuk porsiyon döner yediriyor. Evet, yanlış duymadınız iki buçuk porsiyon döner yiyorum. Sabah kahvaltısından sonra öğle vakti sandviç yemiştim. Bunun üzerine 135 km çileli bir yolculuktan sonra iki buçuk porsiyon döner az bile geliyor. Akşam evde sıcak bir duş alıp dinleniyorum. Ertesi gün Selam abinin oğlu Murat’la bisikletlerimize binip Iğdır’ı geziyoruz. Murat henüz ilköğretim öğrencisi ve bisiklete nasıl binilmesi gerektiğini aileden öğrendiği için kaskını ve kıyafetlerini giyinmeden bisiklete binmiyor. Murat öğlene kadar beni Iğdır’da gezdirdikten sonra okula gidiyor. Ben de Delta Bisiklet’in doğduğu dükkana gidip orada Ulaş’ın babası İbrahim amcayla tanışıyorum. İbrahim amca yetmişli yaşlarında fakat hala bisikletle eve gidip geliyor. Ailenin bisiklet sevdası aslında ondan kaynaklanıyor. Bundan 50 yıl öncesine kadar bisiklet binen İbrahim amca, Iğdır’da bisiklet dükkanı açan ilk kişi. Ondaki bu sevda çocuklarına da bulaşınca ailenin neredeyse hepsi bisikletçi oluyor. Iğdır’dan sonra ilk şubeyi Ankara’da açıyorlar ardından İstanbul’da ve daha sonra Türkiye’nin birçok ilinde bayilikler vermeye başlıyorlar. Benim de şu an bindiğim, Avrupa standartlarında üretilen ve birçok dünya markası kalitesinde olan Geotech’i üretiyorlar. Bu markayı dünyanın en büyük bisiklet fuarlarından biri olan Euro Bike ve IFMA fuarlarında sergileyerek Türkiye’yi temsil eden tek firma oluyorlar. İbrahim amcanın bisiklet sevdasıyla başlayan bu hikaye Delta Bisikletin başarılarıyla Türkiye için bir gurur kaynağı oluyor…

Iğdır’da kaldığım süre boyunca Baydar ailesi beni diğer çocuklarından ayırt etmiyor. Selam abi bisikletime bakım yapıp ihtiyacım olan bütün malzemeleri kışlıklarımla birlikte tamamlarken Selam abinin eşi ise börekler, pastalar ve sıcak ev yemekler yapıp karnımı doyuruyor. Iğdır’da öğretmenlik yapan lise arkadaşlarım Ajda ve Murat’la da görüşme fırsatı buluyorum. Onlarla da lise yıllarımızı anıp uzun sohbetler ediyoruz ve Iğdır’daki son geceyi de Murat’ın evinde geçirdikten sonra ertesi gün kışlıklarımı giyinip Ağrı’nın Doğu Bayazıt ilçesine doğru pedal çeviriyorum…

 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,425
Mesajlar
1,517,779
Kayıtlı Üye Sayımız
172,070
Kaydolan Son Üyemiz
cipokko

Çevrimiçi üyeler



Geri
Üst