Ege Life'dan alıntıdır.
Cavid Sezen
Ege'de nerelere gidilir 09 05 2009
Çökelez Dağı’nın öte yüzü Çalçakırlar
Yazar Yazı ve fotoğraflar : Zeki Akakça
Çökelez Dağı’nın öte yüzü Çalçakırlar
Bir yol çizdim kış sonu, bahar başlarında Denizli den kuzeye doğru…
Yanı-yönü- arkası-önü belli bir gidiş olacaktı bu. Her yol nasıl olsa bir yerlere gider, ulaşır-ulaştırırdı… Niye yol denmişti ki!..
Daha sabah kuşları ötüşlerini bitirmeden düşmüştük yollara. Sarayköy ovasını kara hançer gibi ortasından yarıp geçen Denizli - İzmir asfaltından ayrılıp sağa dönen Buldan yoluna girdiğimizde ayılır gibi oldum sabah mahmurluğundan. Hava biraz serin, etrafta çiğ vardı hafiften.
Hayalim belliydi aslında, yol beni istediğim yerlere götürecek sürprizlerle karşılaştıracak, hatta her şey istediğimden de iyi olacaktı. Hayaller hep böyle değil midir?
Arkası yük taşımak için dizayn edilmiş ve sadece ön camından yolun görülebildiği koltuksuz aracın arka bölümünde yatar vaziyette giderek hayaller nasıl gerçek olursa işte öyle başladı ‘Çalçakırlar’a yolculuğum. Her şeye rağmen bu yolculuk yapılacak ve o gizemli yöreye ulaşılacaktı.
Buldan yolunda ilk karşılaştığımız gelincik tarlasında çiğ – çamur ve çiçeklerin kıyafetlerimi boyamasıyla karışık iki saate yakın zaman geçirince bu yolculuğun biraz uzayacağını sezmiştim aslında… Çünkü önümüzde daha Buldan, Güney ilçeleriyle köyleri var, sonra Adıgüzeller barajı ve daha ileride Çal ilçesinin köyleri… Ve tabii ki hedef köy “Çalçakırlar”…
Böyle bir yolculuğun planları yapılırken tüm olasılıklar hesaplanır, nerelerde mola verilip yemek ihtiyacının karşılanacağı belirlenir. Tabii ki bu sadece sözdedir. Çünkü yola çıkınca ne olacağını yaşanan olaylar belirler. Nerede ne yapılacağı doğaçlama gelişir.
Güney ilçesinin kuzeyinden Çal istikametine giderken yolun sağında mezarlık dikkatimi çekiyor. Yerleşim yeri vadinin tabanına doğru yani biraz aşağı kotlarda, yaşayanlar alçakta, ölenler yüksekteki tepede. Ne kadar ilginç;”Ölüsü, dirisinden daha kıymetli tek yer her halde burasıdır” diye geçiriyorum içimden…
Adıgüzeller barajından ilerleyip Kabalar, Ortaköy kasabası ve Bahadınlar köyünü geçtikten sonra keskince bir virajdan sağa dönerken kaşımıza çıkıverdi: “Çalçakırlar”
İlk görünüm bir çok insanın bildiği Fethiye civarındaki Kaya köyü andırıyordu. Köyün yarısı tamamen taşlardan yapılmış ve yıkık dökük vaziyette canlılık yok.. İnce kayrak taşları öyle ustalıkla kullanılarak yapılmış ki evler ve ahırlar ilk anda sanki ressamın tamamlamayı unuttuğu tablo görünümünde …
Hemen yolun sağında özenle korunduğu belli olan küçük bir türbe. Biraz ilerleyince terk edilmiş tarih öncesi yerleşim alanlarına benzeyen bu köyde küçük kıpırdamalar görünmeye başlıyor. Damların üzerinde insanlar var! Biraz daha yaklaşınca çok yaşlı bir kadın ve bir-iki küçük çocuk çıkıyor karşıma. Ama hala o ilk şoku atlatılabilmiş değilim. Biraz daha zaman geçince tarlalardan evlerine dönen insanlar ve köyün diğer tarafındaki yeni bölümdeki kahvehaneden gelen seslenişlerle irkilip kendime gelebiliyorum.
Evet burada da hayat var. Ama bu hayat başka – bambaşka. Ara sokaklara dalıyorum. Merakımı gidermek için insanlar görmeli, konuşmalıyım. Ama kılavuzluk yapıp soru soran birkaç meraklı çocuktan başkası yok. Evler toprak damlı birbirine çatılardan (damlardan) geçiliyor. Yeni süpürülmüş hayatlar, köpüğü henüz kırılmamış su serpintileri var, insan yok. Sokaklar tamamen kayalardan oyulmuş ancak yüklü bir at yada eşek ancak yayalar geçebilir durumda. Sokak üstlerinden damları birbirine bağlayan köprüler var ve her yer taş, taş, taş…
Aniden karşımıza katırlı bir adam ve bir kadın çıkıyor aralardan bir yerden; merhaba, nereden geliyorsunuz, nasılsınız falan demeye çalışıyorum yüzlerini kapatıp hızla gözden kayboluyorlar. Sanki bir film sahnesi…
Çok az sayıda insanla karşılaştığım köyün tamamen taş yapılı toprak damlı kısmını gezdikten sonra diğer tarafa geçip kahvenin önünde sohbete tutuşan meraklı köy sakinleriyle söyleşip azıcık bilgiler almaya çalışıyorum ama yeterli değil. Zaman ise almış başını gidiyor. Aracı kullanan arkadaşım yemek derdinde ne zaman yemek yiyeceğimizi soruyor…
Ne olduğunu tam anlayamadığım, çok etkileyici bir o kadar düşündürücü “Çalçakırlar“ köyüne mutlaka yeniden gitmeliyim yeniden görmeliyim, konuşmalıyım diyerek arkada bırakıyorum. Ama girdiğim büyülü havadan ancak dönüş yolundaki Sakızcılar köyü asma altı şelalesinde çıkmayı deneyebiliyorum. Bu anlatması zor bir duygu.
Bekle Çalçakırlar köyü bekle, geleceğim ve çözeceğim sırrını, ya baharda ya kış ortasında ama mutlaka geleceğim… İşte asıl o zaman tanışacağız, konuşacağız ve hikayeni dinleyeceğim. Biliyorum ki anlatacağın çok şey var. Hatta belleğimde iki mısrası kalan; “Şarap içersen küpünden, kız seversen kökünden ” dörtlüğünün kalanını da öğreneceğim.
[attachment=1]
[attachment=2]
[attachment=3]
[attachment=4]
[attachment=5]
Cavid Sezen
Ege'de nerelere gidilir 09 05 2009
Çökelez Dağı’nın öte yüzü Çalçakırlar
Yazar Yazı ve fotoğraflar : Zeki Akakça
Çökelez Dağı’nın öte yüzü Çalçakırlar
Bir yol çizdim kış sonu, bahar başlarında Denizli den kuzeye doğru…
Yanı-yönü- arkası-önü belli bir gidiş olacaktı bu. Her yol nasıl olsa bir yerlere gider, ulaşır-ulaştırırdı… Niye yol denmişti ki!..
Daha sabah kuşları ötüşlerini bitirmeden düşmüştük yollara. Sarayköy ovasını kara hançer gibi ortasından yarıp geçen Denizli - İzmir asfaltından ayrılıp sağa dönen Buldan yoluna girdiğimizde ayılır gibi oldum sabah mahmurluğundan. Hava biraz serin, etrafta çiğ vardı hafiften.
Hayalim belliydi aslında, yol beni istediğim yerlere götürecek sürprizlerle karşılaştıracak, hatta her şey istediğimden de iyi olacaktı. Hayaller hep böyle değil midir?
Arkası yük taşımak için dizayn edilmiş ve sadece ön camından yolun görülebildiği koltuksuz aracın arka bölümünde yatar vaziyette giderek hayaller nasıl gerçek olursa işte öyle başladı ‘Çalçakırlar’a yolculuğum. Her şeye rağmen bu yolculuk yapılacak ve o gizemli yöreye ulaşılacaktı.
Buldan yolunda ilk karşılaştığımız gelincik tarlasında çiğ – çamur ve çiçeklerin kıyafetlerimi boyamasıyla karışık iki saate yakın zaman geçirince bu yolculuğun biraz uzayacağını sezmiştim aslında… Çünkü önümüzde daha Buldan, Güney ilçeleriyle köyleri var, sonra Adıgüzeller barajı ve daha ileride Çal ilçesinin köyleri… Ve tabii ki hedef köy “Çalçakırlar”…
Böyle bir yolculuğun planları yapılırken tüm olasılıklar hesaplanır, nerelerde mola verilip yemek ihtiyacının karşılanacağı belirlenir. Tabii ki bu sadece sözdedir. Çünkü yola çıkınca ne olacağını yaşanan olaylar belirler. Nerede ne yapılacağı doğaçlama gelişir.
Güney ilçesinin kuzeyinden Çal istikametine giderken yolun sağında mezarlık dikkatimi çekiyor. Yerleşim yeri vadinin tabanına doğru yani biraz aşağı kotlarda, yaşayanlar alçakta, ölenler yüksekteki tepede. Ne kadar ilginç;”Ölüsü, dirisinden daha kıymetli tek yer her halde burasıdır” diye geçiriyorum içimden…
Adıgüzeller barajından ilerleyip Kabalar, Ortaköy kasabası ve Bahadınlar köyünü geçtikten sonra keskince bir virajdan sağa dönerken kaşımıza çıkıverdi: “Çalçakırlar”
İlk görünüm bir çok insanın bildiği Fethiye civarındaki Kaya köyü andırıyordu. Köyün yarısı tamamen taşlardan yapılmış ve yıkık dökük vaziyette canlılık yok.. İnce kayrak taşları öyle ustalıkla kullanılarak yapılmış ki evler ve ahırlar ilk anda sanki ressamın tamamlamayı unuttuğu tablo görünümünde …
Hemen yolun sağında özenle korunduğu belli olan küçük bir türbe. Biraz ilerleyince terk edilmiş tarih öncesi yerleşim alanlarına benzeyen bu köyde küçük kıpırdamalar görünmeye başlıyor. Damların üzerinde insanlar var! Biraz daha yaklaşınca çok yaşlı bir kadın ve bir-iki küçük çocuk çıkıyor karşıma. Ama hala o ilk şoku atlatılabilmiş değilim. Biraz daha zaman geçince tarlalardan evlerine dönen insanlar ve köyün diğer tarafındaki yeni bölümdeki kahvehaneden gelen seslenişlerle irkilip kendime gelebiliyorum.
Evet burada da hayat var. Ama bu hayat başka – bambaşka. Ara sokaklara dalıyorum. Merakımı gidermek için insanlar görmeli, konuşmalıyım. Ama kılavuzluk yapıp soru soran birkaç meraklı çocuktan başkası yok. Evler toprak damlı birbirine çatılardan (damlardan) geçiliyor. Yeni süpürülmüş hayatlar, köpüğü henüz kırılmamış su serpintileri var, insan yok. Sokaklar tamamen kayalardan oyulmuş ancak yüklü bir at yada eşek ancak yayalar geçebilir durumda. Sokak üstlerinden damları birbirine bağlayan köprüler var ve her yer taş, taş, taş…
Aniden karşımıza katırlı bir adam ve bir kadın çıkıyor aralardan bir yerden; merhaba, nereden geliyorsunuz, nasılsınız falan demeye çalışıyorum yüzlerini kapatıp hızla gözden kayboluyorlar. Sanki bir film sahnesi…
Çok az sayıda insanla karşılaştığım köyün tamamen taş yapılı toprak damlı kısmını gezdikten sonra diğer tarafa geçip kahvenin önünde sohbete tutuşan meraklı köy sakinleriyle söyleşip azıcık bilgiler almaya çalışıyorum ama yeterli değil. Zaman ise almış başını gidiyor. Aracı kullanan arkadaşım yemek derdinde ne zaman yemek yiyeceğimizi soruyor…
Ne olduğunu tam anlayamadığım, çok etkileyici bir o kadar düşündürücü “Çalçakırlar“ köyüne mutlaka yeniden gitmeliyim yeniden görmeliyim, konuşmalıyım diyerek arkada bırakıyorum. Ama girdiğim büyülü havadan ancak dönüş yolundaki Sakızcılar köyü asma altı şelalesinde çıkmayı deneyebiliyorum. Bu anlatması zor bir duygu.
Bekle Çalçakırlar köyü bekle, geleceğim ve çözeceğim sırrını, ya baharda ya kış ortasında ama mutlaka geleceğim… İşte asıl o zaman tanışacağız, konuşacağız ve hikayeni dinleyeceğim. Biliyorum ki anlatacağın çok şey var. Hatta belleğimde iki mısrası kalan; “Şarap içersen küpünden, kız seversen kökünden ” dörtlüğünün kalanını da öğreneceğim.
[attachment=1]
[attachment=2]
[attachment=3]
[attachment=4]
[attachment=5]