Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

  • Konuyu Başlatan: Konuyu başlatan behicefe Tarih:
  • Başlangıç tarihi Yazılan Cevaplar:
  • Cevaplar 10
  • Okunma Sayısı: Görüntüleme 5,483

behicefe

Zirve
Mesajlar
1,395
Tepkime Puanı
1
Yer
aydın-koçarlı
Yapıldığı günden bugüne 916 yıl kilise, 481 yıl cami olarak hizmet veren Ayasofya'nın üst katında bulunan galeri bölümüne çıkan 4 rampadan 3'ü 73 yıl önce kapatıldı. Ayasofya'nın Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmesinin ardından kapatılan üç rampa ise depo olarak kullanıldı. Yılda 2.5 milyon turistin tek rampadan giriş çıkış yapması nedeniyle sıkışıklık yaşanıyor. Bu nedenle kapatılan 3 rampadan biri 50 bin YTL harcanarak yapılacak restorasyonun ardından önümüzdeki ay tekrar açılacak. Yeni açılacak kapı ile müzede turistlerin yaşadığı giriş çıkış çilesini sona erecek. Rampalardan bir tanesinin açılması 5 yıl önce Ayasofya Müzesi Müdürlüğü tarafından gündeme getirildi. Ancak uygulamaya İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü Doç. Dr. Ahmet Emre Bilgili, Ayasofya Müze Müdürü Mustafa Akkaya ve Röleve Anıtlar Müdürü Hüseyin Kaya ortak çalışması ile 2008 yılı başında geçilebildi. Anıtlar ve Müze Bilim Kurulu'ndan onay alınıp aslına uygun olarak restorasyona başlandı. 15 kişilik ekip her gün çalışarak restorasyonu tamamlama aşamasına getirdi. Ağustos ayında açılması planlanan rampada ayrıca engelli asansörü olacak.



Ayasofya44



Ayasofya43



Ayasofya36



Ayasofya35



Ayasofya25
 

Etiketler
Sırlar İle Ayasofya

Sultanahmet meydanının ortasında pembe elbiseli gelin gibi boy gösterir Ayasofya, Dünya kurulduğundan bu yana böylesi bir mabet daha görülmüş değildi, ta ki Mimar Sinan usta ortalığa çıkıp Selimiye’yi ihya edinceye kadar. İşte o, zaman içinde gurur ile başı dimdik mağrur bakardı hep etrafına. Kendisini İslam’ın kollarına terk etmeye hazır bir gelin gibi hasretle, mahzunca beklerdi kendince. Güzel ve alımlıydı. Aslında kendinden kaynaklanan bir güzelliği de yoktu onun. O, Allahın ilhamı ile şekillenmiş, Allah’ın bildirimi ile planları çizilmiş büyülü bir güzelliğe sahip ilahi bir mekândı. Allahın Hikmeti anlamına gelirdi ismi.

Bizans hükümdarı büyük Konstantin ölürken oğluna görkemli bir ibadethane yapması için vasiyette bulunmuştu. Şehrin tam orta yerine tahtadan inşa edilmişti kilise. 12 Mayıs 360 da açılan bu ibadethaneye Bizanslar “Büyük Kilise” adını vermişlerdi.

Fazla uzun sürmeyen bu görkem bir yangın geçirip harabeye dönmesi ile yerini hüzne bırakıverir. Tekrar 415 de II. Theodosius tarafından onarılıp ibatede açılması da pek uzun sürmez. Bu sefer “Kutsal Bilgelik” anlamına gelen “Hagia Sophia” ismi verilir ona. Yine kaderinde yok olmak vardır ama o mutlaka ayakta kalabilmek, Osmanlıyı beklemek için direnir.

Bir asır sonra Bizans İparatoru Justinyanus tekrar bu yapıyı ihya edip adını ölümsüzleştirmek ister. Bu tapınak için elinden gelenin en iyisini yapmaktır dileği.

Ve bir gün İmparator rüyasında Ayasofya’nın bulunduğu yerde aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyar görür. Bu nur yüzlü pir elinde gümüşten bir levha tutmaktadır. Tuttuğu bu levhanın üzerinde yapmak istediği Ayasofya’nın şekli nakşolunmuştur. Jutinyanus seyrine doyamadığı bu resmi görür görmez ona sahip olmak için Allah’a yalvarır. Bunun üzerine pir elindeki levhayı ona uzatarak “Al senin olsun” der. Jüstinyenus çok sevinir ve hemen aklından geçen soruyu soruverir.“Peki ismini ne koyayım” dediğinde “Ayasofya olsun” der aksakallı pir.

Sabahı zor eder Justinyanus. Hemen sabahın erken saatlerinde baş mimarını huzura çağırıp rüyasını anlatmaya başlar. Mimar hayretten açılmış gözleri ile elinde karaladığı taslağı İmparatora uzatır. Mimarın çizdiği resimle imparatorun rüyasında gördüğü mabet birebir aynıdır. Çünkü o da o gece aynı rüyayı görüp gördüklerini kâğıda karalayıvermiştir. İşte Allah’ın modelini kalplere ilham ettiği mabet İslam’a hizmet ve cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet’in ilk fetih namazını kılacağı mübarek mekân olmak için tasarlanmaya hazırdır artık. Ve orada nice Allah dostlarına sohbetler ve hizmetler nasip olacaktır.

Evliya çelebi yazdığı hatıralarında hep buranın tılsımından bahseder. Nedir Ayasofya’nın tısımı? Nedir orayı böylesine cazip kılan gizem.

Ayasofya geçmiş ve gelecekle boy ölçüşen bir mihenk taşımıdır? Yoksa İslam âlemi ile Hıristiyan âleminin birbiri ile hesaplaşması mıdır? Kutsaldır, kutsal kişiler tarafından ilham edilmiştir, mübarektir, mübarek kişileri sinesinde barındıracaktır. O aslında yıllar öncesinden hazırlanmış bir fetih abidesidir. Asırlar boyunca Truvalı Helen gibi uğrunda nice savaşlar verilecektir.

Kilisenin en mükemmel şekilde inşa edilmesi için imparator hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz. Efes’teki Diana tapınağından 8 sütun söktürüp getirtir, Atina, Delphi, Delos ve Mısır’ın tapınaklarından diğer sütunları temin edilir. Dönemin en büyük matematikçisi Trallesli Anthemios baş mimar olarak göreve getirilir. Âdem (A.s) bu yana yapılanların en büyüğü, en görkemlisi olacaktır bu ibadethane. İmparatorluk onunla adeta kudretini, gücünü bütün cihana ispatlayacaktır. 55 metre yüksekliği ve 30.31 m çapı ile bu güne kadar inşa edilmiş hiçbir kubbe olmamıştır. Ve bu kubbeyi hiçbir kubbenin geçemeyeceği konusunda kesin hüküm vardır.

27 Aralık 537 de ibadethanenin açılışı inanılmaz bir görkem ile yapılır. Justinyanus 14 atın koştuğu arabası ile Kral Kapısından içeri girer. Onu kapıda patrik karşılar ve mihraba birlikte giderler. Ellerini açarak“Allah’a hamd ve senalar olsun ki beni böyle bir esere ikrama lâyık gördü”“Ey Süleyman sana galebe ettim” diyerek kudretini dünyaya haykırır. Artık Süleyman tapınağını geride bırakan bir eser yaptığını düşünür imparator. Ne var ki kısa bir zaman sonra büyük bir zelzele ile yapı hasar görür. Kubbeden düşen parçalar mihrabı, mukaddes şarap ve ekmek dolabını, ayin masasını paramparça eder. Yine büyük bir tamir görür ve bu sefer kubbe 20 kadem daha yükseltilir.

Büyük Kilisenin önüne geniş bir avlu, avlunun etrafında ise revaklar vardır. Ortada ağzından su akan aslanlı bir çeşme bulunur.

Binanın altı sarnıçlarla donatılır, bunların içlerine pilpayeler dikilerek depreme dayanıklılık ve esneklik sağlanır.

Kubbe kasnağında 40 pencere vardır. 40 sütün aşağı 67 sütun yukarı olmak üzere 107 sütun binanın bütün yükünü yüklenmiştir

İbadethanenin 361kapısı olduğu söylense de bu sayı giderek değişir. Batı kapısında bulunan “Terleyen Direk” ise her ne kadar rutubeti çektiği söylense de bir sürü sırlara sahiptir. Yapının en etkileyici görüntüsü ile iç âlemindeki mekânın genişliği ve kubbenin büyüklüğüdür. İçinde çeşitli süslemeler, altın mozaikten resimler ve kubbede 4 meleğin çizilmiş tasvirleri vardır. Kubbenin tam ortasından ise altın bir top sallandırılmıştır.

Zamanın en büyük kubbesine sahip olan Ayasofya defalarca çöker ve yeniden onarılır. Çok büyük olan kubbenin ağırlığı her ne kadar yan duvarlara yüklense de yine bu ağırlığa dayanamaz.

Yıl 1453, 29 Mayıs Salı günü Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alır. Fethettiği şehrin en görkemli ibadethanesinde ilk namazını kılmak üzere Ayasofya’nın önüne gelir. Kapının önünde beyaz atından iner ve arkasındakilerle birlikte kapıdan içeri girer. İşte o anda mekânın hâşiyetinden inanılmaz bir hûşû ya kapılır ve hemen secdeye kapanır. Daha sonraki günde ilk Cuma namazını burada kılar. Çünkü Osmanlı fethettiği şehirlere girdiği zaman şehrin en büyük kilisesinde ilk namazını kılar ve orayı camiye çevirir diğerlerine hiç dokunmazdı. Ayasofya’nın da camiye çevrilip ibadete açılması için ferman buyurur.

Fatih Sultan Mehmet ibadethaneye öylesine hayran kalır ki buraya yüklü bir bedel ödeyerek tapusunu üzerine geçirir ve bir vakıf kurarak burayı vakfeder. Ve Ayasofya’nın kıyamete kadar ibadethane olması içinde bir de vasiyet bırakır. Yapıya 4 minare ilave edilerek İslami hüviyete büründürülür. 16 yy Mimar Sinan binaya payandalar ekleyerek yapıyı sağlamlaştırır ve günümüze kadar ayakta kalmasını sağlar.

Aslında Bizans eserlerinin aksine battal bir gövdeye sahip olan Ayasofya, iç âlemindeki zarafet ile kendini mahcup bir şekilde iç âlemline sürükler. 100 ustanın emrinde 10.000 işçi çalışarak 6 yılda tamamlanan ibadethaneye daha sonra minare, minber, mihrap eklenerek camiye çevrilir. İçinde Allah, Muhammet, Ebû- Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin levhaları asılmıştır. Kubbesinde ise ünlü Türk hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Kurandan sureleri yer alır.

Daha sonra Sokullu Mehmet Paşa kubbeye büyük bir âlem kondurarak dış görünüşünü İslami bir hüviyete sokar.

IV. Murat han yaptırdığı mermer mahfiler minber ve taş kürsü ise görülesi, seyredilesi bir sanat eseridir.

Ayasofya’nın Sırları

İmparator Justinianus Ayasofya’nın rüyasında gördüğü kubbesinin aynısını yapmak ister ama bir türlü kubbeyi ayakta tutamazlar. Bir gece yine rüyasına yine nur yüzlü pir girer ve “ Eğer bu kubbeyi ayakta tutmak ister isen son nebinin tükürüğünü zemzem suyu ile karıştırıp bir harç yapılıp, ancak bu harç ile kubbeyi tutturabilirsiniz” diye bir sır verir. İmparator hemen tayin ettiği bir görevliyi Mekke’ye yollar. Ebu-Talip aracılığı ile son Nebi Muhammet (s.a.v) Efendimizin tükürüğünü ve Zemzemi alıp Ayasofya’ya gelirler. Terleyen Direğin dibinde karılan harç ile kubbeyi inşa edilir. Ve kubbenin tam altına da bunu belirtmek için altıntop bir kandil asılır. Daha sonra III. Ahmet bu altıntopun yerine bir top kandil yaptırarak camiye vakfe eder.

Ayasofya’nın Kıbleye bakan kapısının kanatları Nuh Peygamberin gemisinin tahtasından yapıldığı rivayet edilir. Bu sebepten sefere çıkacak tüccarlar buraya gelip kapıya ellerini sürüp dua ettikten sonra denize açıldıkları söylenir.

Ayasofya’nın içinde bir kuyu vardı ki, nefes darlığı çekenler sabahın erken saatlerinde buraya aç karna gelip bu sudan içerlerse hemen şifa bulup iyileştikleri yolunda rivayetler vardır.

Evliya Çelebi “Seyahatname” sinde unutkan olanların bu kubbe altına gelip Altıntopun altında 7 kere namaz kılıp dua ettiklerini ve 7 adet siyah üzüm yiyerek şifa bulduklarından bahseder.

Akşemseddin Hazretlerinin ilk ders verdiği yer olan “Serin Pencere” ve bu pencereden soğuk soğuk esen rüzgârın İlahiyat tahsil edecek talebelerde zihin açıklığına sebep olduğu sebebi ile buraya gelip zihin açıklığı için Allah’a dua ettikleri söylenir.

Ayasofya’nın Güney Kapısındaki dehlizde bulunan bir oyuk ise Hz İsa’nın beşiğidir diye söylenir. Hasta olan çocuklar buraya yatırılıp iyileşmeleri için Allah’tan şifa dilenirmiş.

Aynı zamanda Hz İsa’nın doğduğu zaman yıkandığı taş teknede yine buradaymış. Yeni doğan çocuklar buraya getirilip yıkanırmış.

Şark tarafındaki mahfilde ise zeminde yazılı bir taş bulunurmuş. Hanri Donaldo yazan taşın altında 1205 yılında bir Bizanslının zırhı varmış. Bu zırh Fatih Sultan Mehmet’in resmini yapan ünlü İtalyan ressam Bellinli’ye hediye edildiği belgelerde kayıtlıdır.

Orta Cümle kapısı üzerinde sarı pirinçten tabuta benzeyen bir sanduka varmış. İçinde Kraliçe Sofya’nın mumyası olduğu rivayet edilen bu sandukaya her kim elini sürmeye kalksa, o anda ibadethanede büyük bir deprem başladığına şahit olunmuş, Böylece Sofya sırrını kimseye göstermek istemezmiş.

İstanbul fethedildiği zaman Fatih Sultan Mehmet ilk Cuma namazını kılmaya Ayasofya’ya gider. Tam o sırada Terler Direkten “Ya -Vedûd” diye bir nida işitir. Direğe yaklaştığında ise parlayan bir nur görür. Birde bakar ki yerde kıbleye dönmüş bembeyaz bir beden yatmakta. Göğsünde ise kırmızı yazı ile Ya- Vedûd yazmakta. O sırada Akşemseddin Hz ve 70 evliya birden “İşte efendim İstanbul’un fethini Allahtan dua ile isteyip ruhunu teslim eden bu mübarektir. Sizi bu durumdan haberdar etmiştik.” buyururlar. Cesedi yıkamak için yerden kaldırmak istediklerinde ise yine Terler direkten “Merhum yıkanmıştır, defnedebilirsiniz” diye bir ses duyulur. Buhara erenlerinden olan Şeyh Abdül-Vedûd orada bulunanları Müslüman yapmak için Rabbinden görevlidir. Fethin 50. gününde vefat eder ve onun vefat etmesi ile birlikte İstanbul alınır.

Hz Hızır ve Ayasofya:

Söylenenlere göre Hz Hızır Ayasofya’da Top kandilin altında namaz kılarmış. Aslında Hz Hızır bütün ibadethanelere ve hazirelere istediği zaman girer istediği her yerde namaz kılabilirmiş. Hatta Ayasofya’nın mihrabında bile namaz kıldığı söylenir. İşte yine bir inanca göre 40 gün orada namaz kılan biri mutlaka onu görmesi muhtemelmiş. Hz Hızır genelde derviş kılığında gezen bir zaman gezginiymiş. Onu görmek için çok istemek ve Allah’a yakarmak gerekirmiş. Onu tanıyan biri hemen eline sarılırsa o anda kişinin dilediği mutlaka gerçekleşirmiş. Bu sebepten orada namaz kılmaya herkes pek talip olurmuş.

Yine Hz Hızır’ın Ayasofya’da bulunan “Terleyen Direk” e parmağını sokup kilisenin yönünü kıbleye çevirdiği çok bilinen ve doğrulanan bir gerçektir.

Osmanlı hükümdarları özellikle Kandil geceleri önce Topkapı sarayında iftar eder sonrada namazlarını Ayasofya’da ifa ederlermiş.

Cuma selamlıklarına da teşrifat eden Enderunlular, saraydan gelerek mahfele kadar meşalelerle etrafı aydınlatırlar, Padişahın önünde 20 tane meşale, arkasında ise kırmızı yeşil büyük fenerlerle haseki ağaları yürürmüş. Culüslar da Ayasofya, Sultanahmet ve Fatih camilerinin minarelerinden salalar verilirmiş. Görevi devralan hükümdarlar ilk Cuma namazlarını da Ayasofya’da kılarlarmış.

Tarihiyle Ayasofya

29 Mayıs 1453 de Salı günü Fatih Sultan Mehmet beyaz atından inerek Ayasofya’ya girdi.

3 Haziran 1453 de Cuma: Fatih Sultan Mehmet, ilk Cuma namazını Ayasofya da kıldı.

13 Aralık 1754 de I. Mahmut Cuma selamlığından dönüşünde at üzerinde öldü.

31 Mayıs 1807 de IV. Mustafa ilk Cuma namazını Ayasofya’da kıldı.

29 Temmuz 1808 de II Mahmut ilk Cuma namazını Ayasofya’da kıldı.

2 Haziran 1876 da tahta çıkan V.Murat ilk namazını Ayasofya’da kıldı

13 Mayıs 1923 Salı günü son halife Abdülmecid Kadir gecesi namazını Ayasofya’da kıldı

1 Şubat 1935 de Ayasofya müze olarak ziyarete açıldı.

İşte o müthiş cazibesiyle Ayasofya, meydanın ortasında ve hala dimdik yüzyıllardır ayakta kalabilmenin gururunu taşımakta. İnşa edildiği günden bu güne kadar hala bir mihenk taşı. İslam âlemi ve Hıristiyan âleminin boy ölçüşme yarışı. Tabiî ki bu kadar sır, keramet ve daha bilmediğimiz nice gizleri ile gururlanmakta haklı Ayasofya.

Alıntıdır
 

Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

Doğu Roma (Bizans) imparatoru Iustinianos'un iradesi ile, beş yıl gibi çok kısa bir süre içersinde inşa edildikten sonra 27 Aralık 537 günü kutsanarak açılışı yapıldı. "Kutsal Bilgelik"e ithaf edilen bu kilise, 916 yıl boyunca Bizans İmparatorluğu'nun prestij yapısı ve Ortodoks dünyasının merkezi olmuş, kısaca "Büyük Kilise" (Megale Ekklesia) olarak anılmış; 481 yıl boyunca İslam dünyasının ve Osmanlı İmparatorluğu'nun gözbebeği, sultanların "Büyük Cami"si (Cami-i Kebir) olarak kullanılmış; ve 69 yıldır da Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli 'müze-yapı'sı olarak dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerin hayranlığını kazanmaya devam etmektedir. Ayasofya, her dönemde bu kenti ziyaret edenleri en fazla etkileyen şey olmuş insanları adeta büyülemiş, gerek Bizans döneminde, gerekse Türk döneminde benzer biçimde efsanelere konu olmuştur.

Ayasofya, her şeyden önce boyutlarıyla ve mimari kuruluşuyla etkileyicidir. Gerçi Bizans'ın erken devirlerinde kapladığı alan bakımından Ayasofya'dan büyük bazilikal planlı kiliseler vardır, ancak bunlar üç nefe bölünmüş uzun bir salona benzerler; o günün dünyasında hiçbir bazilika Ayasofya'nın kubbesinin boyutunda bir kubbe ile örtülü değildi ve böylesine bütünlüklü bir iç mekâna sahip değildi. Daha büyük bir kubbe ise Roma kentinde, Pantheon'da vardı ama silindir biçimli çok kalın bir duvara oturan kubbe, sadece 'büyüktü. Ayasofya'nın dört büyük paye ile taşınan kubbesi, Pantheon'un kubbesinden daha küçük olsa da, yarım kubbeler, tonozlar ve kemerlerden oluşan sofistike bir sistem ile çok daha geniş bir alanı örtmekte, çok daha etkileyici bir iç mekân yaratmaktadır. Sürekli taşıyıcı olarak beden duvarına oturan bir kubbeyle karşılaştırıldığında da, yalnızca dört tek taşıyıcıya oturan bu boyutta bir kubbe, tasarım, teknik ve estetik anlamda bir devrim niteliğindedir. Ayasofya'da bir bazilika, kubbe ile örtülmüştür. Bu yeni bir düşünce değildir; Ayasofya'nın çağdaşı olan kubbeli bazilikalar Bizans dünyasında vardır ama bunlar boyut, teknik ve yarattıkları etki bakımından Ayasofya ile kıyaslanamaz. Kubbeli bazilikaların en büyük ve etkili olanlarından biri olan İstanbul Saraçhane'deki Polyeuktos Kilisesi'nde kubbe, doğrudan büyük bir bazilikanın ortasına oturtulmuştur ve iç mekânın üçte birini örtmektedir. Bu yapının, üzerine kubbe konulmuş bir bazilika olduğu hissedilir, çünkü kubbe iç mekânın tamamına egemen değildir. Ayasofya'nın kubbesi, orta nefin yarısını örtüyorsa da, iki yarım kubbe ile öyle bir tamamlanmıştır ki, yapının içine girildiğinde bütün iç mekâna egemen olan bir kubbe algılanır. Bazilika ise tamamen 'gizlenmiştir. Bu dahice mimari tasarım, yapıyı eşsiz ve etkileyici kılan unsurdur. "Gökyüzünde asılıymış gibi duran" kubbeden akan ışık selinin bütün duvarları kaplayan mozaik üzerindeki ışık oyunları, olağanüstü mimari kuruluş ile birlikte etkileyici bir atmosfer yaratmaktadır. Ayasofya'nın ziyaretçilerinde iz bırakan, efsaneleşen yanı, tek kubbenin altında bütünleşen, entellektüel bir mimari zekâ ile kurgulanmış çok geniş bir iç mekân ve onun büyüleyici atmosferi olmuştur.

Ama, Ayasofya etkileyici bir yapı olmanın ötesinde bir anlam taşır. Gerçekte bu anlam ve onu güçlendiren xetki', onu yaptıran imparatorun bilinçli bir seçimidir. Merkezi kubbe kavramının, Roma dünyası mimarlık ikonografisinde, imparatorluk ideolojisinin sembolü olarak kullanıldığı tekrarlanan bir gerçektir. Antik Roma'da Pantheon, bu ideolojik mesajı kitlelere ilan eden yapıydı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti olan (Yeni Roma) Konstantinopolis'e de, -gerçek işlevinin ötesinde- Pantheon'un imparatorluk sembolizmini taşıyacak nitelikte bir yapı gerekliydi. Yine de Ayasofya salt böyle bir gereksinime yanıt veren, güçlü bir imparatorun yaptırdığı büyük bir yapı değildir. O, aynı zamanda "dünyanın yeni merkezini" de işaret etmektedir. Ayasofya'nın yapılması, Iustinianos'un bütün Akdeniz'i -ya da o günün bütün dünyasını- yeniden Roma İmparatorluğu altında birleştirme girişimi ile örtüşmektedir ve bu vizyonunun mimarlık alanındaki bir yankısıdır. Yapı, büyük bir iddianın somutlaşmasıdır; boyutlarının ötesinde biçimi de bu iddiaya göre şekillenmiştir. Yeni "Pax Romanum", bütün dünyayı sancağı altında bütünleştirmekle kalmayacak, tek din altında da toplayacaktır; çünkü o aynı zamanda bir Hıristiyan imparatorluğudur da. Tek Tanrı, tek din, tek imparatorluk ve tek imparator; yeni Pax Romanum'un dünyaya sunduğu formüldür. Bu düşünce, Ayasofya'nın görülmemiş büyüklükteki iç mekânını altında bütünleştiren kubbede cisimleşmekte, bu yapıya giren -hatta uzaktan, kent surları dışından gören- herkes tarafından en şiddetli biçimde duyumsanmakta, bir mesaj olarak herkese taşınmaktadır. Her döneminde yapıyı ziyaret edenlerin anlattıkları izlenimler, bunun en önemli kanıtını oluşturmaktadır.

Ayasofya, bulunduğu kent ile bir bakıma özdeşleşmiştir. Bizans döneminde, bu büyük imparatorluk kilisesi, Hıristiyanlaşan Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) başkenti Konstantinopolis'i, hem imparatorluğun hem de Hıristiyan dünyasının merkezi olarak, bütün dünyaya ilan etmektedir. Aynı işlevi, kentin İslam döneminde de sürdürmüştür Ayasofya: İstanbul, İslam dünyasının ve onu yöneten Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezidir. Tekrarlanamaz ve aşılamaz olan bu yapı, bu gerçeğin tanrısal bir irade aracılığıyla tescilidir. Gerçekten de Ayasofya, hem Bizans kaynaklarında hem de Osmanlı kaynaklarında "tanrısal irade"nin tecellisi olarak algılanmıştır. GençTürkiye Cumhuriyeti ise yapının bu niteliklerini doğru olarak kavramış ve onu en uygun işlevle, bir müze olarak bütün insanlığın yararlanmasına açmıştır
 

Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

On Beşinci Yüzyıldan Günümüze Ayasofya

29 Mayıs 1453 günü, İstanbul'un fatihi II. Mehmet, 54 gün süren kuşatmanın ardından kente zaferle girdi. Atını derhal Bizans'ın tarihi katedrali Ayasofya'ya doğru sürdü. İçeriye girmeden, alçakgönüllülüğünün bir göstergesi olarak atından indi ve secdeye vardı. Bronz kapılardan geçip muazzam kubbeli bölüme girerken, mermer zemin döşemesine vurarak bir taş sökmeye çabalayan bir adam gözüne ilişti. Padişah bu vicdansızı azarlayarak amacının ne olduğunu sordu. Adamın, bu mabedin kâfirlere mahsus olduğunu söylemesi üzerine Mehmet, bu sözlere şiddetle karşı çıktı, askerlerinden tüm yağmalamayı sona erdirmelerini istedi ve bu kilisenin camiye dönüştürüleceğini ilan etti.

Hz. Muhammed döneminden beri Müslümanların en önemli hedeflerinden biri İstanbul'a sahip olmak olmuştur; Ayasofya da bu kentte, taçtaki değerli taş misali, pırıl pırıl parlamıştır. Halkı tarafından Fatih adıyla anılan Mehmet, fethettiği şehirleri yıkıp yok edecek, halklarını katledecek yaradılışta bir insan değildi; kendini Büyük Constantinus'un tahtının varisi olarak olarak görmekteydi. Müslümanlar Hz. İsa'yı da peygamber olarak kabul ettikleri için, Bizans'taki Hıristiyanlık dönemi, Müslümanlığın altın çağının bir habercisi olarak yorumlanabilirdi. Mehmet, bin yılı aşkın bir süre kenti güçlendiren ve süsleyen Bizans imparatorlarının ona, üstün bir imparator ve Müslümanlığın koruyucusu olma yolunu açtıklarına inanıyordu. Bir imama, minbere çıkıp ezan okumasını buyurduğunda, kutsal bir görevi yerine getirmekteydi. İşte o gün Fatih, Ayasofya'nın yaklaşık 500 yıl büyük cami olarak kullanılış sürecinin başlangıcını yapmış oldu. Kilise, Müslümanların ibadetine açıldıktan sonra hep hayranlık uyandırdı; birbiri ardına gelen sultanlar Ayasofya'yı onardılar, süslediler ve ilaveler yaptılar. Ayasofya aynı zamanda camilerin tasarımında da ilham kaynağı oldu; ihtiraslı padişahlar ve onların mimarları için aşılması gereken bir hedef olarak kabul edildi. Ayasofya nihayet 1934 yılında, Atatürk döneminde müzeye dönüştürüldü.
 

Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

Müslümanların Ayasofya'ya Sahip Olma Konusunda İhtiras ve Emelleri


Hz. Muhammed'in kendisi, Ayasofya'da namaz kılacak ilk kişinin cennete gideceği kehanetinde bulunmuştur. O andan itibaren de Müslüman liderler muhteşem kiliseyi ele geçirmek arzusuyla yanıp tutuşmuşlardır. Peygamberin ölümünden sadece kırk iki yıl sonra, 674 yılında, bir Arap ordusu Konstantinopolis'i kuşatarak dört yıl süreyle muhasara altında tutmuştur. Osmanlı efsanesine göre bu seferberlikte yer alan Hz. Muhammed'in dostu ve sancaktarı Eyüp Ensari, kuşatmayı sona erdirmeye karşılık Ayasofya'da ibadet etme iznini almış, katedraldeki ibadetinin ardından da haince katledilerek şehit edilmiştir. Eyüp Ensari'nin kemiklerini bir mucize eseri bulan II. Mehmet ona bir türbe yaptırmış ve burası da Mekke ve Medine'den sonra Müslümanların ziyaret ettiği en önemli yerlerden biri olmuştur. Araplar Konstantilopolis'i 717-18 yıllarında ikinci kez kuşatmışlar, ancak hâlâ gücünü koruyan Bizans kuvvetleri onlara ağır kayıplar verdirince, Araplar da mücadeleden vazgeçmişlerdir.

Bizans kuvvetlerinin çöküşü, imparatorluk ordusunun Selçuk Türkleri tarafından 1071 yılında Malazgirt Savaşı'nda ezici bir yenilgi almasıyla başladı. İmparatorluk daha sonra, 1175'teki Myriokephalon Savaşı'yla daha da küçüldü. Bu tarihte Anadolu'nun tümü Selçuk Türklerinin eline geçmiş bulunmaktaydı. IV. Haçlı Seferi'nin (1202) yaptığı tahribat, Bizans İmparatorluğu'nun eski ihtişamını yeniden kazanacağı umutlarını da yok etti. On üçüncü yüzyılda, Paleologoslar yönetimi döneminde rönesans ile sanat ve ilmin yeniden canlanması kısa ömürlü oldu. Takip eden yüzyıl, Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna tanık oldu ve Osmanlıların başkentlerini 1326'da Bursa'da kurmaları, daha sonra 1362'de Edirne'ye taşımalarıyla, Konstantinopolis giderek Osmanlılar tarafından çember içine alınmış oldu.

1394 yılında, II. Mehmet'in dedesi Osmanlı padişahı I. Beyazıt Konstantinopolis'i kuşatmış ve Anadolu yakasında yüksek bir noktadaki karargâhından Boğaz'ın karşı yakasındaki Ayasofya'ya arzu dolu bakışlarla uzun uzun bakmıştı. I. Beyazıt müthiş bir komutandı ve birliklerini, düşmanlarını şaşırtacak şekilde hızlı hareket ettirme özelliğinden ötürü Yıldırım adıyla anılmaktaydı. Yıldırım'ın emelleri büyüktü ancak Bizans başkentini fethetme ve Ayasofya'yı cami olarak kullanma amacına hiçbir zaman ulaşamadı. İmparatorluğunu Moğol hakanı Timurlenk'e karşı korumak için kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Beyazıt esir alındı ve Semerkant'ta sürgünde öldü. Osmanlıların Ayasofya'ya sahip olma arzuları bu olaydan ancak 60 yıl sonra gerçekleşmiştir.

Muazzam kubbeli yapıyı Osmanlıların nasıl huşu içinde zaptettikleri ve onunla nasıl özdeşleşmeye çalıştıkları şaşırtıcı bir efsanede açıklanmıştır. Söylendiğine göre, yedinci yüzyılın başlarında Ayasofya'nın yarım kubbelerinden biri çökünce, Konstantinopolis'in en iyi ustası bile kubbeyi yeniden inşa edemez. İmparator, Hz. Muhammed'e elçiler göndererek tavsiyelerini almaya karar verir. Elçiler döndüklerinde beraberlerinde sadece kubbenin yeniden inşası için formülü değil aynı zamanda Mekke'nin kumunu ve peygamberin tükürüğünden de bir miktarı içeren harcı develere yükleyip getirirler. Hz. Muhammed'in yaşamı süresince yapıda bir daha çökme meydana gelmemiş olsa bile, bu hikaye pek inandırıcı değildir ve Osmanlıların yeni sahip oldukları şahesere İslami bir meşruiyet kazandırmayı şiddetle arzuladıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Osmanlılar, Iustinianos ve mimarlarının başlattığı büyük yapılar inşa etme geleneğini sürdürmüşlerdir. Gökyüzünü temsil eden kubbenin altında bol ışıklı bir mekân yaratma konusundaki düşsel kurmaları, daha sonra 1362'de Edirne'ye taşımalarıyla, Konstantinopolis giderek Osmanlılar tarafından çember içine alınmış oldu.

1394 yılında, II. Mehmet'in dedesi Osmanlı padişahı I. Beyazıt Konstantinopolis'i kuşatmış ve Anadolu yakasında yüksek bir noktadaki karargâhından Boğaz'ın karşı yakasındaki Ayasofya'ya arzu dolu bakışlarla uzun uzun bakmıştı. I. Beyazıt müthiş bir komutandı ve birliklerini, düşmanlarını şaşırtacak şekilde hızlı hareket ettirme özelliğinden ötürü Yıldırım adıyla anılmaktaydı. Yıldırım'ın emelleri büyüktü ancak Bizans başkentini fethetme ve Ayasofya'yı cami olarak kullanma amacına hiçbir zaman ulaşamadı. İmparatorluğunu Moğol hakanı Timurlenk'e karşı korumak için kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Beyazıt esir alındı ve Semerkant'ta sürgünde öldü. Osmanlıların Ayasofya'ya sahip olma arzuları bu olaydan ancak 60 yıl sonra gerçekleşmiştir.

Muazzam kubbeli yapıyı Osmanlıların nasıl huşu içinde zaptettikleri ve onunla nasıl özdeşleşmeye çalıştıkları şaşırtıcı bir efsanede açıklanmıştır. Söylendiğine göre, yedinci yüzyılın başlarında Ayasofya'nın yarım kubbelerinden biri çökünce, Konstantinopolis'in en iyi ustası bile kubbeyi yeniden inşa edemez. İmparator, Hz. Muhammed'e elçiler göndererek tavsiyelerini almaya karar verir. Elçiler döndüklerinde beraberlerinde sadece kubbenin yeniden inşası için formülü değil aynı zamanda Mekke'nin kumunu ve peygamberin tükürüğünden de bir miktarı içeren harcı develere yükleyip getirirler. Hz. Muhammed'in yaşamı süresince yapıda bir daha çökme meydana gelmemiş olsa bile, bu hikaye pek inandırıcı değildir ve Osmanlıların yeni sahip oldukları şahesere İslami bir meşruiyet kazandırmayı şiddetle arzuladıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Osmanlılar, Iustinianos ve mimarlarının başlattığı büyük yapılar inşa etme geleneğini sürdürmüşlerdir. Gökyüzünü temsil eden kubbenin altında bol ışıklı bir mekân yaratma konusundaki düşsel ideallerini camilerinin tasarımında sürdürerek, on altıncı yüzyılda, mimari deha Mimar Sinan döneminde zirveye ulaştırmışlardır.

Saray tarihçisi Tursun Bey, II. Mehmet'in 30 Mayıs 1453'te Müslümanlar adına Ayasofya'ya sahip çıkmasının ertesi günü, burayı ikinci kez ziyaret edişinin hikayesini yazmıştır. Bir grup bilimadamı ve saray görevlisi ile Ayasofya'nın içini dolaşırlarken, burası ona 'yeryüzündeki bir cennet'gibi gelir. Tursun, kubbenin altındaki alanı genişletmek için 'birbiri üstüne oturttuğu yarım kubbelerle matematik sanatını ortaya koyan' mimara duyulan hayranlığı ifade etmektedir. Mimarın 'dar ve geniş açıları' kullanış biçimine ve 'benzersiz tonozlar'ın basamak basamak kubbeye yükselişine hayran kalmıştır. Yerdeki renkli mermerlerden kubbedeki 'altın rengi kristallerden yapılmış küçük renkli camlar'a kadar tüm süsleme onu hayretler içinde bırakmıştır. Bu 'şaşırtıcı tekniklerin yarattığı hayal gibi görüntüyü şu canlı ifadeyle anlatmaktadır: 'insan yerden tavana baktığında yıldızlarla dolu bir gökyüzü görüyor ve tavandan yere baktığında da coşkun dalgalar görüyor.'

Mehmet, İsa Pantokrator'un bir mozaiğine bakarken 'yetenekli bir ressam tarafından çizilmiş bu saygın kişi'nin Hz. İsa olduğunu tanımaz. 'Hangi taraftan bakılırsa, yüzünü o ta rafa. çeviriyor' der. 'Evrenin sultanı' iç yüzeylerdeki 'garip sanat eserlerini ve suretleri' inceledikten sonra, 'Tanrının ruhunun gökyüzünün dördüncü katına yükselmesi gibi', yapının dışından yukarılara doğru tırmanır. Bu yüce mevkiden fethettiği şehrin tümünü görebilmektedir. Ancak kentin harap halini görerek ve 'evrenin dengesizliği ve tutarsızlığından üzüntüye kapılarak bazılarına göre kendine ait olan şu beyti söyler:

Örümcek Kisra 'nın takında perdedarlık yapıyor, Baykuş Efrasiyâb'm kalesinde nevbet tutuyor.
Bu dizeler, Bizans İmparatorluğumun harap halinin imgesini şairane bîr biçimde betimlemektedir.

Kahraman bir savaşçı olan Fatih'in son derece duyarlı bîr insan ve bir bilim adamı olduğunu da anlamak önemlidir. 1480 yılında yaptırdığı bir portrede cepheden, savaş kıyafetini kuşanmış olarak değil, profilden gül koklarken poz vermesine de şaşmamak gerekir. Bazıları onun Hıristiyanlığı kabul edeceğine bile inanmakta ve bunu ummaktaydı. Ancak bu gerçekleşmeyecektir. Padişah, îslamın bir mücahidi olarak atalarının geleneğini sürdürecektir.
 



Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

Ayasofya'nın Camiye Dönüştürülmesi

Osmanlılar, Hıristiyanlara ait bir şehri zaptettiklerinde ana kiliseyi camiye dönüştürürler, ikincisini de Hıristiyanların kendi ibadetlerinde kullanmalarına izin verirlerdi. Fatih, Pantokrator Kilisesi'ni Rum Ortodoks patriğine bahşetmiş, Ayasofya'nın da derhal Müslümanların ibadetine açılması için hazır hale getirilmesini emretmiştir. Yapı, pek çok yönden, cami olarak kullanılmaya çok uygun olmakla birlikte bazı önemli değişikliklerin yapılması da gerekmekteydi. Kilise, Bizans tarzına uygun geleneksel Hıristiyan mimarisi ile ve Ortodoks Kilisesi'nin kabul ettiği ayinlerin yapılabileceği şekilde tasarlanmıştı. Avrupa kiliselerinin çoğunda olduğu gibi, ekseni uzunlamasına olup, doğu uçta bulunan apsisteki sunağa ağırlık verilmişti. Apsisteki kat kat oturma sıralarına dizilen papazlar ve keşişler halktan ayrılırlar, apsis ve önündeki dikdörtgen alanı çevreleyen gümüş kaplanmış mermer bir paravanın (ikonostasis) arkasına gizlenirlerdi. Ayin sırasında zaman zaman bazı din adamları ortaya çıkarak, bu paravanın önünde duran ambon ya da kürsüde İncil'den parçalar okurlardı, İmparatorluk katedrali ve doğudaki Hıristiyanlık âleminin ana patrikliğinin merkezi olması sebebiyle, buradaki ayinler kendine özgü bir şekilde yönetilirdi. Ortadaki muazzam alan, amacı kısmen imparatorun görkemini ilan etmek olan geçit törenleri ve ayin için ayrılmıştı. Ayinin başlangıcında imparator, narteksteki merkezi bronz kapıdan geçerek içeri girer, din adamları ve saray erkânı ile güney nefin doğu ucundaki tahtına doğru ilerlerdi. Ayinin en can alıcı noktasında, Tanrı'nın yeryüzündeki vekili olma hakkını kullanarak patrikle birlikte ikonostasisin arkasındaki en kutsal yere geçerek sunaktaki ekmek ve şarabı kutsardı. Kubbenin altındaki merkezi alan, şaşaalı gösteri şeklindeki geçit törenlerinin yapıldığı sahne gibiydi. Halk bunları yan neflerden ve galerilerden izlerdi. Kadınlar galerilerde yer alırken erkekler yan neflerde ayakta dururdu.

Ayasofya camiye dönüştürülünce, çok farklı bir biçimde kullanılmaya başladı. İslam dininde ruhban sınıfı bulunmadığı gibi, Hıristiyan litürjisinin bir karşılığı da bulunmamaktadır. Kuran okunmasının ve ahlaki, politik ve sosyal konuları içeren Cuma vaazlarının dışında camilerdeki tek faaliyet namaz kılmaktır. Bunun için de temel gereksinim, görsel engellemelerin en aza indirgendiği ve müminlerin tek tek veya birlikte namaz kılabilecekleri büyük, kapalı bir alandır. Olması gereken belirli öğeler ise, Mekke'ye bakan ve duaların oraya yönelerek edildiği, duvarda bir niş biçimindeki mihrap ile vaazların verildiği, yükseltilmiş bir platform olan minber ve aptes alınacak bir yerdir. İç mekandaki bu basit öğelere ek olarak, müezzinin günde beş kez çıkıp müminleri namaza davet etmek için ezan okuyacağı yüksek bir minare gerekmektedir.

Camilerin tasarımında önemli bir özellik de, putperestlik olarak kabul edilen insan ya da hayvan suretlerinin resmedilmesinin yasak olmasıdır. Hıristiyan kiliseleri İncil'den hikayeleri ya da dini konulan işleyen heykeller, resimler ve vitraylarla süslenmişken Müslümanların dini yapıları soyut süslemeler ve hüsnühat ile görsel olarak zenginleştirilmiştir.

Ayasofya'nın muazzam kubbesinin altındaki iç mekân mükemmel bir ibadet alanı oluşturmaktaydı. Ancak bu alanda hiçbir engel bulunmamasını sağlamak için sunak masası, ikonostasis ve kiliseye ait diğer eşya çıkarıldı. Kilisenin ekseni Mekke'ye doğru değil, doğuya yönelik olduğundan on derece daha güneye doğru, yeni eksende bir mihrap inşa edildi. Minber de aynı yöne çevrildi. Buna ek olarak, mihraptan Mekke'ye doğru uzanan, kıble ekseniyle dik açı oluşturacak şekilde apsise açılan yere, iki geniş basamak yapıldı. İlk minber ve mihrap çabucak yapılmış ve daha sonra da bugün hâlâ duran, daha kalıcı tasarımlarla değiştirilmiştir. İslam'ın zaferinin güçlü sembolleri olarak mihrabın yanındaki duvarlara Hz. Muhammed'e ait seccadeler ve zafer sancakları asılmıştır. Bunlar, bugün yerinde bulunmamaktadır ancak I. Süleyman'ın 1526 yılındaki Macaristan seferi sırasında Buda Katedrali'nden savaş ganimeti olarak alınan devasa şamdanlar mihrabın yanında hâlâ durmaktadır.

Fatih, kuleden çanları indirtmiş, kubbenin tepesindeki haçı da çıkarttırmıştır; marangozlarına da, kılınacak ikinci cuma namazına yetişmek üzere ahşap bir minare yapmalarını emretmiştir. Bu minarenin ne resmi ne de tasviri bulunmaktadır ve bununla ilgili deliller de çelişkilidir. Padişahın, savaş döneminin baskısı altında mancınıklar, surlar ve köprüler yapmaya alışık askeri mühendislerinin, büyük keresteleri kesip ayağa dikerek Ayasofya'nın güney cephesinde alelacele bir kule oluşturdukları hayal edilebilir. Hatta, girişin üstündeki ahşap çan kulesini bu amaç için uyarlamış olmaları daha olası gözükmektedir. Şartlar ne olursa olsun, İstanbul'daki ilk minareden müezzinin ezan okuduğu anın mutlaka çok etkileyici olduğu kesindir.

Fatih, kentteki ilk medreseyi de inşa ettirmiş ve cami ile ona bağlı binaların, bu amaç için tahsis ettiği dükkanların kirasıyla desteklenmesini sağlamıştır.
 

Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

Minareler

Ayasofya'nın dört köşesinden yükselen 60 m boyundaki minarelerin güçlü simetrisi, hepsinin aynı zamanda yapılmış olduğu izlenimini vermektedir. Aslında minareler, birkaç yüzyıl boyunca, yavaş yavaş eklenmiştir ve biçimleri birbirinden biraz farklıdır. Minarelerin üçü taştan yapılmış olup kuzeydoğu köşedeki dördüncüsü ise kırmızı tuğladandır. Güneydoğudaki minare en inceleridir ve çapı şerefeden sonra daralmaktadır. Batı cephedeki iki minare birbirinin aynı olup bunlar diğerlerinden daha sağlam yapılmıştır. Yakından incelendiklerinde, gövdelerinin yüzeyindeki ve şerefelerinin işlemelerindeki belli belirsiz farklılıklar anlaşılacaktır. Bu ayrıntılar, arkeolojik araştırmalara ve belgelere dayanan kanıtlarla birlikte, olayların muhtemel bir kronolojik sırasını çıkarmakta araştırmacılara yardımcı olmuştur. II. Mehmet tarafından minare inşa edildiğine ilişkin belge bulunmamaktadır; ancak geçici ahşap minareye ek olarak, yeni Osmanlı başkentindeki imparatorluk camisine yakışacak yüksek bir minare inşa ettirmek istemiş olacağını rahatlıkla düşünebiliriz. Esasen, VVilliam Emerson ve Robert Van Nice tarafından 1950 yılında yayımlanan belgelerden, II. Mehmet'in iki minare inşa ettirdiği sonucuna varılmaktadır. Bunlardan biri günümüzde hâlâ ayakta durmaktadır. Emerson ve Van Nice, tek minareli camilerde minareyi, girişin sağına, güneybatı köşeye koymanın geleneksel bir tarz olduğuna işaret etmektedirler. O konumda ise merdivenle ulaşılan sağlam şekilde inşa edilmiş bir ağırlık kulesi bulunduğu ve bu minare için uygun bîr temel ve kolay bir giriş oluşturduğu için de Mehmet'in minareyi başka bir yere yerleştirme olasılığı azdır. Ancak alttaki strüktürün sınırlayıcı özelliği göz önüne alındığında, mütevazi bir boyutta olduğu düşünülebilir. Fatih'in daha sonra güneydoğu köşeye tuğladan, daha büyük ikinci minareyi yaptırdığına inanılmaktadır. Bir düşünceye göre, Marmara Denizi'ne en yakın bu konumun seçilmesinin nedeni, minarenin, düşman gemilerinin saldırılarını haber vermek üzere aynı zamanda bir gözetleme kulesi olarak da kullanılmak istenmesidir. 14811512 yılları arasında hükümdarlık yapan, Mehmet'in oğlu II. Beyazıt muhtemelen kuzeydoğu köşedeki, Topkapı Sarayı'na en yakın minareyi inşa ettirmiştir; ancak bazıları bu minarenin İL Selim döneminde yapıldığına inanmaktadırlar.

II. Selim, 1572 yılında dördüncü minarenin inşaasını buyurduğu zaman Mimar Mehmet Ağa temellerin ve payandaların ciddi şekilde onarım gerektirdiğine işaret etti. Herhangi bir bölümüne ek yüklemeler yapılmadan önce tüm caminin kapsamlı bir incelemesinin yapılmasını önerdi. Edirne'de, Sultan Selim için muhteşem bir sultan camisini yeni tamamlamış bulunan Başmimar Sinan, padişaha tavsiyelerde bulunmak üzere çağrıldı. Sinan, muazzam bir strüktürel güçlendirme programının gerektiğini bildirdi. Ayasofya'nın ayakta kalmasına büyük önem veren ve bu işe mührünü basmak isteyen padişah, çalışmaların başlatılmasını emretti. Yapılacak işler arasında, altındaki duvarlara ve tonozlara çok baskı yaptığı için II. Mehmet'in güneybatıdaki ağırlık kulesi üzerine inşa ettirdiği minarenin yıkılması ve caminin duvarlarından uzakta, güçlü bir temel üzerine oturtulacak yeni bir minarenin inşaası bulunmaktaydı. II. Selim 1574 yılında, Sinan'ın yapıyı geliştirme çalışmaları sürerken, ancak yeni minare tamamlanmadan öldü. Edirne'de inşa ettiği muhteşem Selimiye Camii'ni birbirinin aynı dört minare ile çevrelemiş olan Sinan, Sultan Murat'ı, sadece Selim'in minaresini tamamlamaya değil, dördüncü minareyi de inşa etmeye ikna etti. Sonuçta, batı cephede, muazzam kübik temellerden yükselen ve güçlü gövdeleri gittikçe incelen aynı tasarımda iki minare inşa edildi. Ancak tam simetri, on dokuzuncu yüzyılda, II. Mehmet'in inşa ettirdiği tuğla minarenin diğer üçünün boyuna yükseltilmesiyle sağlanmış oldu.
 

Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

II. Selim Döneminde Mimar Sinan'ın Yaptığı İlaveler

Sinan'ın yaşamı şaşırtıcı bir öyküdür ve de padişaha hizmet eden yetenekli bireylerin nasıl yükseldiğinin güçlü bir örneğidir. Sinan on altıncı yüzyıl başlarında Hıristiyan, büyük olasılıkla da Rum olarak, orta Anadolu'da, Kayseri yakınlarında bir köyde doğmuştur. Osmanlı ordusunun seçkin bir kanadı olan ve Hıristiyan ailelerden seçilip Müslüman yapıldıktan sonra padişah için savaşmak üzere eğitilen gençlerden oluşan Yeniçeri Ocağı'na 1521 yılı civarında kaydolmuştur. Sinan marangozluk sanatını öğrenmiş, bunda üstün başarı göstermiştir. Orta Avrupa'dan İran ve Irak'a kadar pek çok askeri sefere katılmış, düzenli olarak rütbesi yükseltilmiştir. Askeri mühendis olarak surların, gemilerin ve köprülerin inşaasına nezaret etmiştir. Askeri amaçlı sayısız gezilerinde pek çok medeniyete ait mimarlık eserlerinin en zarif örneklerini görmüş, özelliklerini kavramış olmalıdır. Olağanüstü yeteneklerini ve güçlü organizasyon kabiliyetini ödüllendirmek üzere, 1538 yılında padişahın başmimarı görevine getirilmiştir. O andan ölümüne kadar (en az doksan yaşında öldüğü tahmin edilmektedir), mimarlardan oluşan bir ekibin de yardımıyla dört yüzden fazla yapının tasarımının ve inşa edilmesinin sorumluluğunu üstlenmiştir. 1550 yılında, Kanuni Sultan Süleyman için inşa ettiği Süleymaniye Camii ve 1568 yılında, II. Selim için inşa ettiği Edirne'deki Selimiye Camii en önde gelen eserleri olup Osmanlı mimarisini taçlandıran şaheserlerdir. İtalyan Rönesansı'nın büyük mimarlarından Brunelleschi ve Michelangelo'nun Floransa Katedrali ve Roma'daki St. Peter'in kubbelerinin tasarımını yaparken mahrum edildikleri imkânlara Sinan sahip olmuştur. Adı geçen her iki kubbenin de mevcut altyapının üzerine inşa edilmesi gerekmiş ve bu mimarlardan hiçbirinin ömrü ,eserinin tamamlandığını görmeye yetmemiştir. Diğer yandan Sinan, camilerinin her birinin inşaatını üç ile yedi yıl arasında tamamlayabilmiş ve alan, ışık ve strüktür ile ilgili daha ileri araştırmalar yapma imkânına sahip olmuştur.

Sinan ve hamileri Süleyman ve Selim, Ayasofya büyüklüğünde, hatta ondan da büyük bir yapıyı amaçlamışlardır. Bu nedenle Sinan meslek yaşamını, bu büyük Bizans anıtına karşı mücadele vererek geçirmiştir. Sinan, yapının içindeki güçleri ayrıntılı olarak inceledi, büyük kubbeleri ayakta tutacak en zarif ve en etkili yöntemleri araştırdı. Bu nedenle de harap haldeki yapıyı güçlendirme işinin tam adamı oldu.

Önce, caminin çevresinde açık bir alan kazanılması gerekmekteydi. Duvarların çevresine yapılan kaçak yapıların, zaten yetersiz olan temelleri ve payandaları dana da zayıflattığını fark etti. Bu evlerde yaşayanlar duvarları oyarak kendilerine ocak yapmakla kalmamış, payandaları da taş ocağı gibi kullanmışlardı. Sinan'ın tavsiyesi üzerine padişah cami çevresindeki binaların kaldırılmasını ve her kenarına 25 m genişliğinde, 100 m uzunluğunda boş bir alan açılmasını emretti. II. Mehmet tarafından bir önceki yüzyılda yaptırılan medresenin etrafını da açtırdı. Bunun ardından Sinan, yapısal güçlendirme planını yürürlüğe koyarak mevcut payandaları yükseltti ve batı duvarı boyunca bir dizi muazzam kemer inşa etti. Aynı dönemde başka restorasyon çalışmaları da yaptı ve hiçbir zaman tamamlanamayan iki medresenin daha inşaatına başladı.
 

Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

III. Murat ve I. Mahmut'un Yaptırdığı İlaveler


Yukarıda türbesinden söz edilen III. Murat (157495), Ayasofya'nın içine iki ilave yaptırmıştır. Arkeolojik yönden ilginç olanı, Bergama'dan getirilen Hellenistik döneme ait, her biri tek parça taştan oyulmuş bir çift büyük mermer su küpüdür. İslam ibadetinde daha pratik bir işlevi olan ise, güneydoğudaki payeye yakın, yükseltilmiş bir platform olan müezzin mahfilidir. Buradan müezzin, dualar okunurken imama mukabelede bulunur. Mihrapta olduğu gibi nefin ekseni ile paralel değildir, kıble ekseni üzerinde yer almaktadır. Bu türstrüktürlerin epeyce süslü olmalarına karşın bunun sadeliği dikkat çekicidir. Basit sivri kemerlerin arasındaki dümdüz payeler, oymalı bir korniş taşımaktadır. Bu özelliği, diğer üç payenin yanında yer alan, diğer müezzinlerin kullandığı kısımların arkasında da yankı bulmuştur.

Daha sonra, Ayasofya'yla ciddi şekilde ilgilenen padişah I. Mahmut (173054) olmuştur. Yaptırdığı onarım ve yenilemelerin yanı sıra bir kütüphane, bir şadırvan bir de sıbyan mektebi ilave ettirmiştir. Bütün bunlara ek olarak da, öğrencilere, camide çalışanlara ve fakirlere yemek dağıtacak bir imaret yaptırmıştır. Ayasofya'nın içinde, güney yan nefe inşa edilen kütüphane, Osmanlı özelliğini en güçlü şekilde ortaya koymaktadır. Önde mukamaslı başlıkları olan altı sütundan oluşan bir dizi yer almaktadır. Sütunların arasındaki bronz şebeke mekânı ayırmakta, ancak okuma odasının dışarıdan görülebilmesine olanak vermektedir. Burası düzgün biçimli, dikdörtgen bir mekân olup duvarlarının alt bölümünde mermer kaplamalar bulunmaktadır; üst kısımları ise İznik çinileriyle bezenmiştir. Doğu ucunda, Mahmut'un şaşaalı tuğrasının üzerinde, etkileyici güzellikte bir yazı şeridi yer almaktadır. Okuma odasında bulunan çinilerin üzerinde yer alan ve tekrarlanan desenlerle karşılaştırıldığında, kitapların bulunduğu odaların duvarlarındaki çinilerin çok daha inceden inceye işlenmiş olduğu görülmektedir. Coşkulu çiçek ve ağaç desenleri İznik çinilerindeki ustalığın zirvede olduğu dönemi yansıtmaktadır. Ne yazık ki parmaklıklar ardından bu çinilerin yalnızca küçük bir bölümü görülebilmektedir. Sultan Mahmut, bu kütüphanenin, Ayasofya'nın biraz ilerisinde yaptırdığı Cağaloğlu Hamamı'nın gelirinden desteklenmesini sağlamıştır.

1740 yılı civarında I. Mahmut, Ayasofya'nın güneybatı köşesinde yer alan şadırvanı da yaptırmıştır. Bu şadırvan Osmanlı rokoko üslubunun güzel bir örneğidir. Sekiz zarif kemer üzerinde duran çatının geniş saçaklığı, oymalı mermer duvarların ve zarif bronz şebekelerin önündeki küçük mermer oturaklarda aptes alanlara siper olmaktadır. Ayasofya'da görevli din adamlarının ve hizmetlilerin çocukları için açılan ilkokul olan sibyan mektebi, şadırvanın yanındaki dış duvara yakın yer almaktadır. Bu amaçla yapılmış binaların iyi bir örneği olan okul, taş sıraların arasında ince tuğla şeritlerin bulunduğu duvarlarla çevrili, tek kubbeli bir odadan oluşmaktadır.
 

Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

Fossati Kardeşler Tarafından Yapılan Restorasyon
Ayasofya'daki son büyük restorasyon, şatafatlı barok stilindeki Dolmabahçe Sarayı'nı inşa ettiren padişah I. Abdülmecid döneminde yapılmıştır. Abdülmecid, Osmanlı devletini modernleştirmeye çalışan bir reformcu ve Avrupalıların zevklerinden çok etkilenmiş bir kişiydi. Restorasyon işiyle İsviçreli mimar Gaspare Fossati'yi görevlendirdi. Fossati Rus çarı tarafından yeni Rus Büyükelçiliğini tasarlamak üzere İstanbul'a gönderildikten sonra orada bir büro açmıştı. Fossati 1820'lerde, Milano'daki Brera Güzel Sanatlar Akademisi'nde okurken mozaik sanatı ve restorasyonla tanışmış, Roma'da geçirdiği birkaç yıl da arkeolojiye büyük hayranlık duymasına neden olmuştu. Roma kalıntılarının çizimlerini ve taşbaskılarını yaparak, müşterilerini etkilemekte yardımcı olan çizim yeteneğini daha da geliştirmişti. Gaspare Fossati'nin St. Petersburg'a taşınıp 'resmi saray mimarı' olmasıyla kariyeri ilerlemiş; Avrupa mimarisinin Abdülmecid'in başkentinde moda olduğu dönemde İstanbul'a gelişi ise ünlü olmasını sağlamıştır. Yaşadığı Moskova günlerinin donuk neoklasik tarzını, günün eğilimlerini yakaladığı oryantalist bir ruhla daha canlı ve hareketli hale getirmiştir. Rus Büyükelçiliğimin padişahın dikkatini çekmesinden sonra Fossati, Osmanlı hükümetinden çeşitli siparişler almıştır. Gaspare Fossati'nin kardeşi Giuseppe de onunla ortak olmuş ve yoğun çalışmalarında işbirliği yapmışlardır. 1847 yılında Ayasofya üzerinde çalışmaya başladıklarında, yüz yılı aşkın bir süredir ihmal edilmiş olan yapıyı damı akar ve harap durumda, 'güvercin bulutları' tarafından içi yağmalanmış şekilde buldular. Küçük depremler sonucu kubbe ve tonozlarda oluşan çatlakları onardılar ve kubbenin çevresini demir zincirle sararak dışa doğru itme kuvvetini kontrol altına aldılar. Ancak hiçbir amaca hizmet etmediğini düşündükleri dört uçanpayandayı yıktılar. Yapılan diğer önemli yapısal işler ise, eksedralardaki eğik sütunları düşey duruma getirmek ve gergi kirişleriyle kemerleri güçlendirmekti. Çatıda, su akıtan kurşun kaplamaları değiştirdiler, içten ve dıştan tam bir temizlik yaptılar. Duvarları ve kemerleri örten sıva bozulmuş olduğundan, altın rengi titrek ışıltılar saçan dekoratif Bizans mozaikleri ortaya çıkmıştı. Mozaiklerin güzelliği karşısında hayrete düşen padişah mimarlara tüm mozaikleri ortaya çıkarmalarını emretti. Galerilerdeki mozaikler ortaya çıkarılıp onarıldığı zaman Fossati Abdülmecid'den, mozaiklerin örtülmesi ile ilgili katı kuralların esnek hale getirilmesini rica etti. Abdülmecid onlara şöyle dedi: 'Mozaikler çok güzel, ancak dinimiz yasakladığı için onları gizleyin. Onları iyi gizleyin ama tahrip etmeyin: Bir gün neler olabileceğini kim bilir ki'. Sonuçta mozaikler tahrip olmalarını önleyecek ve tekrar kolayca ortaya çıkarılmalarını sağlayacak şekilde örtüldü. Padişah, namaz kılınan alanın dışında kalan giriş holündeki ve nartekste bulunan imparator kapısının üstündeki mozaiklerin, bir istisna olarak açık bırakılabileceğini düşünüyordu ancak din otoriteleri onların da örtülmesinde ısrar ettiler. Fossati'nin yaptığı suluboya bir resim, güneybatı giriş holünü ve onuncu yüzyıla ait, Meryem'in Iustinianos ve Constantinus arasında yer aldığı mozaiği örten soyut, süslü bir deseni göstermektedir. Fossati'nin çok süslü kornişinin altında yer alan mermer levhalardaki hareketli deseni resmetmemiş olduğunu görmek ise ilginçtir. İnsan ve hayvan figürleri içermeyen Bizans mozaik leri için böyle bir problem bulunmamaktaydı, ancak eksik ya da hasarlı bölgelerin alçıyla doldurulup orijinal görünümlerindeki gibi boyanmaları gerekmekteydi. Restorasyonu yapanlar, bazı yerlerde altın varak ancak çoklukla da, zamanla abartılı bir kahverengiye dönüşen altın yaldızlı boya kullanmışlardır. O dönemdeki mozaik restorasyonunda, parçaları yerinde tutmak için kullanılan çivilerin paslanması gibi kusurlar günümüzde yapılan restorasyonda ortaya çıkmıştır. Fossati Kardeşler, yeri uygun olmayan hünkâr mahfilini apsisten kaldırarak kuzeydoğu eksedrada, apsisin kuzeyindeki payeye yeni bir mahfil inşa etmişlerdir. Bu mahfil padişahı suikastçılardan korumak amacıyla daha yükseğe inşa edilmiştir. Öndeki altın yaldızlı kafes ise padişahın görünmeden oturabilmesini sağlamaktadır. Mermerden oyulmuş bu kafes, Türk rokoko tarzını anımsatsa da sütunlar Bizans'a aittir. Sütunların üçü Fatih Camii'nin avlusunda bulunmuş, diğerleri de uyacak şekilde yeniden yapılmıştır. Fossati Kardeşler eski mihrap ve minberi de yenileriyle değiştirmiştir. Her ikisi de şekil yönün den orijinallerine benzemekte ancak işçilikleri daha kötü olarak değerlendirilmektedir. Mihrap aşırı derecede süslüdür.

Gaspare Fossati, kardeşinin ve yüzlerce yetenekli sanatkârın da yardımlarıyla, iki yılı biraz aşan bir sürede şaşırtıcı sonuçlar elde etmiştir. Kullandıkları tekniklerin tümü en iyi teknikler olmasa bile, Fossatiler Ayasofya'yı modern çağa hazır hale getirmişlerdir. Ancak en uzun ömürlü olan katkılarının, Gaspare'nin yayımladığı ve çoğu bu kitapta yer alan suluboya resimler olduğu söylenebilir. Fossati'nin denediği mimari özelliklerin onun oryantalist görüşüyle hafifçe renklenmiş yorumu, Ayasofya'yı bu çağdaki algılayışımıza katkıda bulunmaktadır.
 



Ynt: Ayasofya'da 73 Yıl Önce Kapatılan Kapılar Açılıyor

Bilgilendirme amaçlı yazı ve emekleriniz için çok teşekkürler ediyorum ellerinize sağlık
 

Gezenbilir bilgi kaynağını daha iyi bir dizin haline getirebilmek için birkaç rica;
- Arandığında bilgiye kolay ulaşabilmek için farklı bir çok konuyu tek bir başlık altında tartışmak yerine veya konu başlığıyla alakalı olmayan sorularınızla ilgili yeni konu başlıkları açınız.
- Yeni bir konu açarken başlığın konu içeriğiyle ilgili açık ve net bilgi vermesine dikkat ediniz. "Acil Yardım", "Lütfen Bakar mısınız" gibi konu içeriğiyle ilgili bilgi vermeyen başlıklar geç cevap almanıza neden olacağı gibi bilgiye ulaşmayı da zorlaştıracaktır.
- Sorularınızı ve cevaplarınızı, kısaca bildiklerinizi özel mesajla değil tüm forumla paylaşınız. Bildiklerinizi özel mesajla paylaşmak forum genelinde paylaşımda bulunan diğer üyelere haksızlık olduğu gibi forum kültürünün kolektif yapısına da aykırıdır.
- Sadece video veya blog bağlantısı verilerek açılan konuların can sıkıcı olduğunu ve üyeler tarafından hoş karşılanmadığını belirtelim. Lütfen paylaştığınız video veya blogun bağlantısının altına kısa da olsa konu başlığıyla alakalı bilgiler veriniz.

Hep birlikte keyifli forumlar dileriz.


GEZENBİLİR TV

GEZENBİLİR'İ TAKİP EDİN

Forum istatistikleri

Konular
103,383
Mesajlar
1,517,440
Kayıtlı Üye Sayımız
172,041
Kaydolan Son Üyemiz
İsmail.s

SON KONULAR



Geri
Üst